Ben, kim miyim?
Bakıldığında, ne kadar da yalın bir soru! Oysaki iş yanıtlamaya gelince, göründüğü kadar kolay olmuyor. Adımızdan soyumuzdan başlayıp fiziksel özelliklerimizden mi söz edelim, duygusal ve düşünsel yanımızı mı anlatmaya bakalım yoksa iç dünyamızın değerlerini de ortaya koyarak mı soruyu yanıtlamaya çalışalım? Gerçekten güç! Nitekim Norveçli yazar Jostein Gaarder’in kaleme aldığı Sofi’nin Dünyası romanı, daha ilk satırlardan başlayarak bu sorunun yanıtını aramakla sürüyor:
“Kimsin?”
On beşinci yaş gününe gireceği gün Sofi, okuldan evine döndüğünde, posta kutusunda göndereni belirsiz, pulsuz, adına yazılmış bir zarf bulur. Açtığında, içinde küçük bir kâğıt olduğunu görür. Üstünde yalnızca tek bir sözcük yazılıdır: “Kimsin?” İlerleyen günlerde, farklı sorularla birlikte, ilkçağdan günümüze kadar felsefe tarihinde yer almış düşünürler hakkında bilgilerin yer aldığı yeni mektuplar gelir. Kuşkusuz yazarın amacı, kitabın kahramanı Sofi’nin kişiliğinde insanları düşünmeye yönlendirmek, felsefeyi yalın bir anlatımla sevdirmektir. Bunun ilk adımı olarak da, kim olduğumuzu sorgulayarak başlamamıza önayak oluyor.
Aslında bu yalın ve kolayca yanıtlanabileceği sanılan soru, insanlık tarihi boyunca düşün, bilim ve sanat adamlarının kafalarını sürekli kurcalamış. Bilim ve teknolojide ne denli yol aldığımızı söylesek de, “nereden gelip, nereye gittiğimiz” konusu ortaya atıldığında görünmeyen bir duvara toslamış gibi oluyoruz. Bu sorunun yanıtlarını bulmak için kuramlar, varsayımlar, bilimsel yaklaşımlar kadar, daha çok da inançlar devreye giriyor.
Bir an için düşünelim:
Hadi kökenimizi, nereden gelip nereye gittiğimizi bilmiyoruz. Kendimizi -ya da görünen bedenimizle görünmeyen iç dünyamızı- yeterince tanıyor muyuz?
Bilmiyorum, bu soruya kaç kişi olumlu bir yanıt verebilir.
Aziz Augustin, İtiraflar’ında şöyle der:
“İnsanlar dağların doruklarını, denizin dalgalarını, geniş nehirleri ve koca okyanusu seyretmek için yolculuk yaparlar, ama en yüce mucize olan kendilerini görmeksizin geçip giderler.”
Gerçekten de kendini tanıyarak bu dünyadan göçüp giden insan sayısını bilemesek de, küçük bir azınlıkta kaldıklarını söyleyebiliriz.
Sokrates, söyleşilerinde sıkça kendimizi tanımamızı önerir. Bu sözüyle bilgimizin, yeteneklerimizin ve sınırlarımızın bilincinde olmamızın önemini vurgulamaktadır.
Başlıktaki soruyu dile getirmekten amacım, kısa bir deneme yazısı içinde felsefenin labirentlerinde dolaşmak değildir. Yalnızca Sokrates’in kendimizi tanımamızla ilgili sözlerine odaklanarak aynaya bakmamızı öneriyorum. Oradan da her gün bizi sorguya çeken görüntümüzle karşı karşıya geldiğimizde, yeterli yanıtı verebilmemizin ne denli önemli olduğunu anımsatıyorum.
Özellikle hiç kimseye yanıtlamak zorunda olmadığımız sorular, bize kim olduğumuzu söyleyecektir.