Muhafazakarlığı mumla aramak

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
24 Temmuz 2019 Çarşamba

Türkiye’nin yeni yakın dostu Rusya’nın lideri Vladimir Putin geçenlerde “Liberalizmin modası geçti” demişti gazetecilere, büyük bir kendini beğenmişlikle ve kendi ülkesinin -ne olduğu pek tanımlanamayacak- sisteminin en iyisi olduğunu ima edercesine.

Öyle mi acaba?

Popülizmin, Aydınlanma’nın ikiz zıt çocukları olan liberalizmin ve özellikle muhafazakârlığın hızla altlarını oyduğu bir gerçek.

Modern çağ düşünürü Michael Oakeshott’a göre, muhafazakârlık, kendi içinde bir yargı ve karar mekanizması olan ve toplumları çürümeden uzaklaştırabilecek dinamiklere ve esnekliğe sahip olan bir düşünce sistemi.

Oakeshott’a göre, muhafazakârlık özetle, aşina olanı bilinmeyene, denenmişi denenmemişe, gerçeği gizemli olana, günceli mümkün olabilene, sınırlı olanı sınırsıza ve yakını uzağa tercih eden bir sistem.  

Liberalizmin de, genel anlamda, ikinci tercihleri içselleştirmiş bir düşünce sistematiğine sahip olduğunu söylemek gerekir.

Muhafazakârlık, toplumsal düzenin konulmuş kurallarının bireysel özgürlüğün şartlarını doğurduğunu iddia eder. Oysaki liberalizme göre bireylerin özgür davranışlarının toplamı toplumsal düzeni yaratır. İşte bu noktada muhafazakâr kültürün sacayağı olan ailenin, dinsel kurumların ve geleneğin otoritesi devreye girer ve liberalizmin değiştirmek istediğine karşı çıkarak en azından değişim sürecini ağırlaştırır.

Ancak günümüzde muhafazakârlığa, zıt kardeşi liberalizmden değil de kendi cenahından büyük itiraz geliyor.

Yeni sağ veya günümüz dilinde popülizm bugün muhafazakâr düşünce sistemini reddedip halkları bilinmeyene doğru götürmeye çalışan bir akım olarak özellikle Batı ülkelerini tehdit eder hale gelmiş durumda.

Popülist siyasiler ve karar vericiler muhafazakârlıktan farklı olarak, düzenden mutsuz, reaksiyoner ve sinirliler. Düzenin fabrika ayarlarıyla oynamaktan ve sağ ideolojiyi otoriter dinamiklerle ‘zenginleştirmekten’ çekinmiyorlar.

Bu hareketin başını da ABD Başkanı Donald Trump çekmekte. Göreve geldiğinde yaptığı konuşmada eleştirdiği düzene ‘katliam düzeni’ diyecek kadar radikal tavır alan Trump, ABD sağının ve Cumhuriyetçilerinin çoğunun bile bugün unutmuş olduğu göçmen takıntılığı ile oynamakta beis görmemekte ve bizim buralarda çok aşina olduğumuz retorikle, ülkesinde onu ve sistemini eleştiren farklı etnisiteye sahip olanlara, “Ya sev ya terk et” diyecek kadar ileriye gitmiş durumda.

Trump’ın NATO ülkelerini, ülkesini örgütten çıkarmakla tehdit ettiğine de tanık olmadık değil. Sıcak savaşların öncülü olan ticari savaşlara düşkünlüğünün dünyayı nereye götüreceğini kestirmek zor ama felaketlere götüreceği kehaneti yapana kim karşı çıkabilir?

İngiltere’de Brexit yanlısı popülist siyasetçiler, ülkelerinin belki de büyük zararına neden olabilecek Brexit’i gerçekleştirmek için hiçbir tereddüt göstermeden hedeflerine ulaşmak istiyor.

Demokrasi ile çok az tanışmış Macaristan’da bile muhafazakâr siyaset yaşanmadan sağcı devlet başkanı Orban sayesinde ekonominin temel ayarlarıyla oynanarak ‘düşük vergi’ gibi popülist siyasetle haşır neşir olunmuş durumda.

Almanya’da muhafazakâr parti büyük kan kaybı yaşamakta. İtalya ve İspanya’da popülist sağcılar çok güçlenmiş durumda.

Brezilya’nın sağcı Devlet Başkanı Jair Bolsonaro askeri dönemdeki düzeni savunacak kadar popülizme batmış durumda.

Avrupa’da bu dönüşüme direnen tek ülke Fransa. Emmanuel Macron’un sağ ve solu üçüncü bir yolda harmanlamaya çalışan yeni siyaset türünün nereye evrileceğini de öngörmek zor olsa gerek.

Popülistlerin en itibar gösterdikleri ilke de faşizmin ayak sesleri olan aşırı milliyetçilik ve bunun yarattığı ötekileştirme ve ırkçılık. Popülistlere göre ülke aidiyetinin tek göstergesi kan ve ırk bağı…

Muhafazakârlığın bu şekilde radikalleşmesi ve faşizme göz kırpmasının ardında yatan tabii ki en büyük neden ekonomi. Liberalizmin yarattığı küreselleşme en çok muhafazakâr düşünce sistemini vurmuşa benziyor. Göçmen gerçeği yerel halk için tehdit olmasıyla birlikte popülizm, gerçeği de bükmekte pek de maharetli olan siyasetçilerin bayraktarlığında hızla zemin kazanmakta siyasi arenalarda.

Bunun yanında Batı’da aile, din ve sendika kurumlarının zayıflaması, taşrada yaşayanların, şehirde yaşayanlar tarafından sıkıştırılmış olma algısı, klasik siyasi partilerin finansal krizlerle baş edememeleri radikal sağın ve popülizmin yükselmesinin bir başka nedenleri olarak karşımızda duruyor.

Bundan sonrasında neler göreceğimizi kestirmek çok zor olmalı. Batı’nın milenyum gençliğinin daha çok sol’a ve liberalizme yönelik olmalarından hareketle bir nebze umutlu olmak için neden var. Ayrıca Batı’nın tarihi ve ünlü üniversitelerinin liberal ve sol ağırlıklı eğitim merkezleri olduğu düşünülürse faşizmin Batı’yı ele geçirmesinden uzak olduğumuz savlanılabilir pekâlâ da.

Aydınlanma’nın ikiz zıt kardeşleri olan muhafazakârlık ve liberalizm veya sağ ve sol, diyalektik bir ilişki üzerinden karşılıklı kontrol mekanizmaları ile ulus devletleri bugüne başarı ile taşımış durumda. Ancak karşıtı henüz olmayan radikal sağın veya popülizmin halkın yumuşak karnı üzerinden oynayacağı rol ve kazanacağı büyük zemin Batı dünyasını ciddi bir şekilde düşündürtüyor olmalı.

Popülizmin faşizme evrilme olasılığı bile, beğenmediğimiz muhafazakârlığı bize mumla aratacağa benziyor…

↔↔↔

Türkiye’nin bu bağlamda, siyaseten veya sosyolojik gelişmeler bağlamında Batı’dan farklı bir yerde durduğunu söylemek yanlış olmamalı. Ancak, AK Parti iktidarları ile yerleşen muhafazakârlığın, ekonomik sorunlar ve göçmen gerçeği karşısında popülizme evrilme olasılığını analiz etmek başka bir yazının konusu olmalı…