Biriktirdiği her şeyin kölesi oluyor insan. Fakına bile varmıyor, o biriktirdiklerinin içine nasıl işlediğinin, ya da derinlerine nasıl nüfuz ettiğinin. Davranışları değişiyor. Dengeler şaşıyor. Merkezde yaşam olması gerekirken, merkez kayıyor. Önce biriktiren insanın kendisi yerleşiyor merkeze, ardından daha da büyük bir sapma ile biriktirenden biriktirilene kayıyor merkez.
Bir düşünün neleri biriktiriyoruz yaşamda?
Önce eşyalar geliyor aklımıza. Varsa, yaptığımız bir koleksiyon mesela... Çalışıp didinip kazandıklarımızla satın aldıklarımız. Belki minik şişeler. Belki kahve fincanları, tesbihler, saatler, ne bileyim, kitaplar ve daha neler neler biriktiriyoruz. Öylesine duruyorlar sıklıkla kitaplar kütüphanemizde. Bu bende var diyoruz. Okumuştum. Salonumuzun en özel köşesine yerleştiriyoruz biriktirdiklerimizi. Biriktirdikçe daha bir değerli oluyor koleksiyonumuz. Değerli oldukça daha mı değerli hissediyoruz kendimizi acaba? Değerleniyor muyuz? Ya da değerlendiğimizi zannetmemize rağmen aslında değerimizi mi düşürüyoruz arada? Aman bir zarar gelmesin biriktirdiklerimize!
Son yıllarda bir söylem daha var, sıklıkla dilimize gelen: güzel insanlar biriktiriyoruz diyoruz. Dostlar biriktiriyoruz. Nasıl ama? Biriktirdikçe, onlara sahip mi oluyoruz? Akışkan ve yaşadıkça, paylaştıkça anlam kazanmıyor muydu dostluklar? Oysa biriktirmek, biriktirdikçe bir yerlerde tutup saklamak durağan değil mi özünde? Ve biriktiriyoruz. Duyguları biriktiriyoruz. Biriktirip de ruhlarımızın, yüreklerimizin bir yerlerine saklıyoruz. Biriktirdikçe doluyor evler, dolaplar, ruhlar, yürekler... Doldukça sıkışıyorlar biriktirilenler bir yerlere, bir köşelere, raflara, dolaplara. Biriktirdikçe sıkışıyorlar yüreklerimizin bir yerlerinde. Akışkanlık azalıyor. Akışkanlık azaldıkça nefessizlik baş gösteriyor. Biriktirme hali, paylaşımın önüne geçiyor. Biriktirilenlerden birine bir şey olduğunda mutsuzlaşıyoruz, huysuzlanıyoruz, hatta kızıyoruz sevdiklerimize...
Bir de alışkanlıklar biriktiriyoruz kendimize. Akışta olmak yerine gömülüyoruz alışkanlıklarımızın rehavetine. Gün gelip de bir değişim söz konusu olduğunda canımız acıyor. Böyle de sinsi bir yanı var o alışkanlıkların. Biz o alışkanlıkları bırakmayalım diye, akışta dönüşmek söz konusu olduğunda, acıtıyorlar canımızı.
Biriktirme bizim önümüze geçiyor. Biriktirdiğimizin kölesi oluyoruz. Biriktirme yaşamın önüne geçiyor. Biriktirdiğimize zarar gelmesin diye hareketimizi kısıtlanıyor.
Alışkanlıklar ve bağımlılıklar insanı rahat ettirirken bir yandan da hapisliği oluyorlar insanın. Oysa insan sürekli devingen, sürekli dönüşken. Bir yanımız yaşamın sürprizlerini heyecanla beklerken, bir yanımız alışılmışın güvencesinde kalmayı arzuluyor. O yüzden cazip geliyor belki de insana tatile çıkmak. Çünkü tatile çıkmak hem alışkanlıklarını bir anlamda bozmak, hem de bağımlılıklarından kopmamak. Biraz motorun gazını almak gibi aslında. O hep hayal ettiğiniz şehre uzak yeşil köyde, bir tarla başında kendi sebzenizi meyvenizi yetiştirmek üzere ya da okyanusun ortasında bir adada teknenizde yaşamak üzere işinizden istifa edip de bırakıp gidemiyorsanız şehir hayatını, o köyde ya da adada ya da neredeyse hayaliniz, bir hafta on gün yaşamak, kısmen de olsa hayalinizi gerçekleştirmekmiş gibi geleceğinden, bir yıl daha şehrin keşmekeşinde cebelleşmek için enerji veriyor insana. Ve şehrin bağımlılıklarına daha çok bağlanıyorsunuz o zaman. Bağımlılıklar yaşamınız oluyor, farkında bile olmuyorsunuz.
Önümüz bayram. Belki de bundan istifade edip bir dönüp bakmalı kendimize, bir durup sormalı ruhlarımıza neleri biriktirmişiz şimdiye kadar? Hangi biriktirdiklerimizin kölesi olmuşuz bu güne kadar? Hangi davranışımız hangi kölesi olduğumuz içsel yargılarımızın sonucu tetikleniyor? Hangilerini fark edebiliyoruz? Ve fark ettiklerimizin hangilerinden bu bayram arınıp geçmişte bırakabileceğiz? Zamanı gelmedi mi hala? Ne dersiniz?
Bu bayram biriktirdiklerimi fark edip onlardan arınmayı seçiyorum ben. Ya siz?