Kitle histerisi

Bahar FEYZAN Köşe Yazısı
24 Temmuz 2019 Çarşamba

Sobalı ev toplumunda bize özel bazı söylemlerimiz vardı. Sonra hayatlarımız değişip yerini daha konforlu şartlara bırakınca kimi söylemler de otomatikman kalktı ama garip bir şekilde duygusu hala içimizde.

İşte bunlardan bir tanesi olan sobalı evlerin en derinden benimsediği “g.tün açıkta kalsın” haykırışı, odanın kapısını arkasına kadar açık bırakan insana çığırılırdı.

Ev ahalisinin tek göz odadaki ısınma çabaları içeriden baltalanmış, hissedilen soğuğun acısı ise kapıyı açık bırakandan misliyle çıkartılırdı. 

Bu psikolojik yakarış elbette sobaların en azından büyük şehirlerde kalkmasıyla birçoklarının içinde garip bir uhde olarak kaldı. Bugün ise memlekette sürekli birileri kapıyı açık bırakıyor ve içeriye giren bir şeylere karşın diğerleri de aynı duyguyla başka başka haykırışlar yapıyor.

Örneğin sosyal medyada dolaşan bir video var. Adamın biri okumanın hiç önemli olmadığını kendince anlatmaya çalışıyor. “Okumayı da okuyanı da sevmiyorum hatta milleti bozuyor diyerek çıkarımlar yapıyor. Hatta kendi oğlunu da yererek okudukça salaklaştı diye enteresan bir tespit de yapmış. Onun kendi ortamındaki kapıyı açık bırakan oğlu olduğu için haliyle diyemediği “g.tün açıkta kalsın” meselesini sadece duygusuyla oğluna yansıtıyor. Başka bir odada ise kendisine daha üstten bakan Twitter kullanıcısı, bu adamı sayfasında boş, gereksiz özgüvenli ve kara cahil olmakla suçluyor. Bir nevi sizin yüzünüzden bu haldeyiz diyor. O da kendi odasındaki kapının, bahsettiği cahillikteki adamlar yüzünden açık kaldığını savunuyor. Tabi hepimiz meselelere bir odadan baktığımız için genel olarak odaya giren ve çıkanın içeriğini değil de kapıyı açık bırakanları her türlü melanetten sorumlu tutuyoruz. İsyanımızı öfkemizi onlara yöneltiyoruz. Ama odada neler olduğuna dair nitelikli bir anlayışa sahip miyiz? Emin değilim.

Etrafımızdaki herkesi ve her şeyi kötülemek, eleştirmek kimileri için bir tercih olabilir ancak bunu Twitter üzerinden işer gibi yapmanın kendisi dahil hiç kimseye faydası olduğunu sanmam.

Bana göre eleştirinin amacı ya da sonucu ilham vermiyorsa, eleştirenin ne kadar haklı olduğu işe yaramaz. Görüşü beş para etmez. Sokakta oraya buraya işeyen ve kokuya sebep olanlardan farksız sayılabilir. Çünkü onun da yarattığı, sosyal ortamı kokutmak ziyadesiyle insanları kendisinden uzaklaştırmaktır.

Saçmalamak istiyorsak kendi hayatımızı harekete geçiren başka türlü saçmalıklara aksiyon alsak keşke… Birilerinin söylediği zırvaları onları etiketleyerek bir de memleketteki olan biten suçu tamamen onların üzerine atarsak, kendimizi temize çekmiş mi oluyoruz. Vatandaşlık görevlerimizi böylece yerine getiriyoruz herhalde!  Esasen beğenmediğimiz ne varsa hepsinden biz de sorumluyuz.

Ama ne yazık ki duygusal girişim yönü yeterince gelişmemiş bir toplumuz. Yaşatılmayı bekler halde gibiyiz ya da saldırgan öğeler içeren duygusal çıkartma harekatlarının girişim olduğunu sanıyoruz. Hep dış etkenler tarafından zedelenme korkusuyla risk almıyoruz. Vallahi kendimize kolektif değersizlik yaratıyoruz. Daha kötüsü kitle histerisine dönüşen eleştirilerimiz artık insanlıktan hiç nasibini almıyor.

Çevremizdekilerin duyarsızlığından yakınıyoruz, nedense kendimizi bunun dışında tutarak!  

Ben kesinlikle Jung gibi düşünüyorum. “Eğer dünyada bir şeyler yanlış gidiyorsa bende de bir şeyler yanlış demektir” sözünü her daim hatırlatan bir yaşantıyı yakalamamızı umut ediyorum.

Ve yazımı Milan Kundera’nın söylediği gibi bitirmek istiyorum. “Hayat bir kere yaşandığı için yargılanamaz.”