Hayır. Ne iki Osmanlı padişahından ne de muhtelif semtlerden bahsedeceğim. Güncel olayları çağrıştıran ve sonuçta halkımızdan büyük zahmet ve fedakârlıklarla toplanan paraların nasıl heba edilebileceğini gösteren bir hadiseyi sizlerle paylaşmaya çalışacağım.
Daha ilginç olabileceğini düşünerek, bazı filmlerden de esinlenerek, hikâyeme sondan başlıyorum.
Tarih 24 Temmuz 1923… Çok çetin, geçen ve İsmet İnönü başkanlığındaki heyetin üstün başarıyla yürüttüğü müzakereler sonucu Lozan antlaşması imzalanmıştı. Türkiye Büyük Millet Meclisinde, çok geniş kapsamlı olan bu metin görüşülmüş ve 23 Ağustos 1923’te kabul edilmişti. Resmi Gazete’de yayınlanan metnin 58. maddesinin son paragrafı aynen şöyle düzenlenmiştir:
“Kezalik, TÜRKİYE, Hükümet-i Osmaniye tarafından İngiltere’ye sipariş olunup, Britanya Hükümeti tarafından 1914 tarihinde vaziyet edilmiş olan harp sefineleri için, tediye kılınmış bulunan meblağın iadesini ne Britanya Hükümetinden ve ne de tebaalarından talep etmemeği kabul ve bundan dolayı her türlü metalibinden feragat eder.”
İşte başlıkta okuduğunuz isimler ‘Reşadiye’ ve ‘Sultan Osman’ bahis konusu iki ‘harp sefinesinin’ adlarıdır. (Tutulan kayıtlara göre de denize ilk indirildiklerinde, geleneksel şampanya yerine gül suyu şişesi patlatılmıştır.)
Şimdi geriye dönmeye başlayalım: Balkan Savaşları esnasında deniz gücümüzün çok zayıf olduğu düşüncesiyle ve bilhassa kıta Avrupa’sında bir harbin patlak vereceği ufuklarda görününce Osmanlı, iki ayrı İngiliz şirketine ‘drednot’ denen birer savaş gemisi siparişi verir.
Tarih, 31 Temmuz 1914, günü gününe tam 105 yıl önce, (gemilerin İngiliz tersanesinden 2 Ağustos’ta hareket etmesi planlanmıştı) zamanın Denizcilik Bakanı ünlü Winston Churchill, yola çıkmaya hazır iki gemiden, Osmanlı mürettebatının indirilmesini emreder. 1 Ağustos 1914’te İngiliz denizcileri gemileri işgal eder, adları HMS Agincourt ve HMS Erin olarak değiştirilir. Uluslararası hukuk ayaklar altına alınmış ve yeni bir korsanlık örneği tarihe geçmiştir.
Gerek Londra Büyükelçiliğimiz, gerekse İstanbul’daki İngiliz büyükelçiliği aracılığıyla, şiddetli protestolar yapılır ancak hiçbir netice alınmaz. Filonun komutanı Rauf Orbay, hatıratında şöyle der (özetleyerek yazıyorum):
…“Son taksiti (700.000 Türk Lirası) ödemiştik. İmalatçı şirket ve biz, gemilerin 2 Ağustos 1914’te teslim edilmesi huşunda da anlaşmıştık. Buna rağmen ve bayrak çekme töreninden yarım saat önce İngilizler gemilere el koyduklarını beyan ettiler… Protestolarımızı kimse dikkate almadı.”
Tahmin edileceği üzere, haberler İstanbul’a ulaştığında, halk arasında müthiş bir hayal kırıklığı, kızgınlık ve üzüntü baş göstermiştir. Bu savaş gemilerinin bedeli, 1912’den itibaren açılmış muazzam kampanyalarla halktan toplanmıştı; okullardan başlayarak, camilerde, meyhanelerde her türlü eğlence yerlerinde bağış kutuları konmuş, zengin-fakir herkes gönüllü olarak, hatta yemeğinden kısarak bu kampanyaya destek vermişti.
Peki, ne olmuştu? Churchill, tarafsızlığını2 ilan etmiş bir devletin parası ödenmiş malına, nasıl el koyabilmişti?
Aynı gün, 2 Ağustos 1914’te, Almanya büyükelçisi ile Sadrazam Said Halim Paşa’nın imzalarını taşıyan askerî işbirliği antlaşması İstanbul’da imzalanıyordu. Bu antlaşmanın 8. maddesi çok çarpıcıdır. Aynen aktarıyorum: “Le présent Accord restera secret et ne pourra être rendu public qu’à la suite d’un Accord conclu entre les deux hautes parties contractantes” (Kısaca: işbu antlaşma gizli olup ancak iki tarafın rızasıyla umuma açıklanabilir).
İngiliz hükümetinin bu ‘gizli’ sözleşmeden haberdar olmaması mümkün değildi. Nitekim ağustos ortalarına doğru gerek Churchill gerekse zamanın Dışişleri Bakanı Grey, Enver Paşa’ya ikaz mektupları göndermeye başladılar. Bilhassa, Osmanlı’nın tarafsız kalmasını talep ediyorlardı. Churchill mektubunda, gemilere ey koyulmasından duyduğu üzüntüyü, bedellerinin nasıl fedakârlıkla toplandığından haberdar olduğunu da belirttikten sonra, tarafsız kalındığı takdirde, gemilerin harp sonunda, icap eden tamiratın yapılıp iade edileceğini, ayrıca İngiliz hükumetinin, gemi başına, günlük 1000 sterlin kira ödeyeceğini, kiraların haftalık bazda Türkiye’ye transfer edileceğini beyan etmişti. İlaveten, o sıralarda İstanbul’da bulunan, Goeben ve Breslau zırhlılarındaki tüm Alman subay ve erlerinin Almanya’ya geri gönderilmesini de talep etmişti3.
Enver Paşa bu mesajı ‘at pazarlığı’ diye niteleyerek, kabul dahi etmemişti.
Başa dönüyorum… Temmuz 1923’e kadar geçen dokuz sene zarfında yaşananları hepimiz biliyoruz. Ancak, Lozan Antlaşmasının 58. maddesi İngilizlerin hâlâ haksız çıkarılmak endişesini çok belirgin bir şekilde yansıtmaktadır. Bu yüzden kendilerini çok sağlama bağlamaya bilhassa dikkat etmişlerdi. (Ödenen anaparanın takriben zamanın 5,5 milyon sterlini olduğunu ve bu tutarın birikmiş faizini düşünün).
Sonuç olarak 1914’lü yıllarda, iletişimin bugüne nispetle dar olduğu bir devirde, gizlilik, iki taraflı oyunlar ve şeffaflıktan uzak kalan davranışlar, hiçbir işe yaramayıp milletleri felakete sürüklemiştir. Günümüzde tüm dünya yöneticileri artık ayak oyunlarını bırakıp, samimiyetle ve sadece barış arayışları içinde yaşamayı hedeflemelidirler.