Katıldığım söyleşilerin sıradan sorusudur; neden yazdığım, nasıl yazdığım... Zaman zaman deneme yazılarımda da belirttiğim gibi, bu soruları benzer sözlerle yanıtlamışımdır:
Benim için bir zorunluluk değil, öncelikle keyif aldığım bir uğraş olduğu için yazıyorum. Duygu ve düşüncelerimi okuyucularımla paylaşırken, olumlu ya da olumsuz bir tepki almasam da, yazdığım konular üstünde yoğunlaşma, onları dile getirmiş olma keyfi bile bana yeterli geliyor. Özellikle bir yazıya son noktayı koyduğum an, farklı bir mutluluğu duyumsarım. Kısa ya da uzun bir süre sözcüklerle boğuştuktan, bir denemeyi kendimce toparladıktan sonra, sanki omuzlarımdan ağır bir yük kalkıyor, derin bir soluk alıyorum. Gerçi daha sonra üstünde uzun bir süre çalışıyor olsam da, yazının bitmiş olduğunu duyumsamak benim için çok güzel bir duygu. Sanıyorum yalnızca yazarlar için değil, sanatın her dalında emek verenler için bu söylediklerim geçerlidir.
Biraz önce sözünü ettiğim gibi, yazma ya da yaratma sürecinden çok, yazıya veya daha genelleyerek söyleyecek olursak, bir çalışmaya son noktayı koyduğumuz an üstüne söyleşmek istiyorum.
Kimi sanatçı için, içinde yer aldığı bu yaratma süreci Sisyphos işkencesinden farklı değildir. Bu dönemi yaşayanlar, farklı sözcüklerle de olsa benzer duyguları bulundukları ortamlarda dile getirmişlerdir. Yazmak, yırtmak, yeniden yazmak ya da bir tuvalde renklerle boğuşmak, bir bestede notaların sesleri arasında kaybolmak ve çalışma noktalandığında gelinen derin bir soluklanma anı! İşte o anda duyumsananları, bilmem hangi sözcüklerle anlatmalı? Başarı, mutluluk, kendine güven, coşku… Yalnızca biri değil, belki de bu duyguların tümüdür bize o keyfi yaşatan! Kuşkusuz yeni bir çalışmaya, yeniden yoğunlaşmaya başlayıncaya değin… Maddesel bir beklentinin çok ötesinde, yaratma tutkusudur, sanatçıyı, bilim insanını bu zorlu uğraşın içine sürükleyen…
Erhan Bener anılarında şunu anlatır:
“Dün akşam romanıma son noktayı koydum. Bu bitiş, aynı zamanda yeni bir başlangıcın yolunu aralayacak. Yeni ufuklara yelken açacağım. Yaşama bilincinin en güzel yanı bu değil mi? Hâlâ bir şeyler yaratabilecek gücü içinde hissetmek?”
İrlandalı şair ve oyun yazarı Oscar Wilde’ın şu sözleri, yazarın çabasını çok güzel özetliyor: “Bütün sabah bir şiirimin baskı provası üstünde çalıştım ve bir virgülü attım. Öğleden sonra bu virgülü geri koydum.”
Yazar, güzele ulaşma yolculuğunda, bir virgül için koca bir gününü harcayabiliyorsa, tüm bir yapıt için yaptığı zorlu çalışmayı düşünemiyorum. Hele son noktayı koyduğu andaki mutluluğunu!
Amerikalı yazar Scott Fitzgerald’ın şu sözlerini de anımsatmak isterim: “Yazması üç ayımı aldı, düşünüp tasarlaması üç dakikamı; bu birikimi sağlamak ise tüm hayatımı.”
Biliyorum, bu konuyu yalnızca sanat ve bilim alanıyla sınırlamamak gerekir. Bir üretim sürecinde çarkın sıradan bir dişi olmadığımız sürece, her iş kolunda yalnızca maddesel değil tinsel olarak da kendimizi doyuracak, çabamızdan gurur duyacak bir pay çıkartabiliriz. Kendi çabamızla elde ettiğimiz her başarıdan sonra, aynı mutluluğu duyabiliyoruz; ama yaratıcılığın var olduğu alanlarda, bu soluklanma anları bana çok daha farklı görünüyorlar. Yeni bir atılıma, girişime kadar! Yeni bir roman, bir öykü, bir beste, bir resim ya da bir heykel gibi… Sözünü ettiğimiz o soluklanma anlarından alınan o büyük keyif olmasa, kim bu sancılı süreçlere soyunabilirdi ki?..