Herhangi bir kötülükten bahsederken bu kötülüğü yapan bir şeyden ve kötülüğe maruz kalan başka bir şeyden aynı anda söz etmiş oluruz. Kötülük, kötülüğü yapan fail ya da failleri gerekli kıldığı gibi bu kötülükten mağdur olanları da gerekli kılar.
Herhangi bir kötülükten bahsederken bu kötülüğü yapan bir şeyden ve kötülüğe maruz kalan başka bir şeyden aynı anda söz etmiş oluruz. Kötülük, kötülüğü yapan fail ya da failleri gerekli kıldığı gibi bu kötülükten mağdur olanları da gerekli kılar.
Kötülük kavramının özne ve öznenin iradesi ile ilişkili okunması modern zamanlara ait bir anlayıştır. Modern anlayış öncesinde felsefede kötülük problemi teoloji tartışmaları içerisinde yer almıştır. “Tanrı mutlak iyi ve mutlak güce sahipse yeryüzünde neden kötülük var?” Bu soruya teoloji perspektifinden verilen yanıtlar bir tarafa, kötülüğün var olması Tanrı ya da kutsal olanın varlığını bizzat tehdit eden bir unsur olarak kendini gösterir.
“Sapere Aude!” (Bilmeye cesaret et!) çağına geçildiğinde Kant, kötülüğün insan doğasının bir eğilimi olduğunu söyler. Aydınlanma sonrası, Aydınlanma Dönemini eleştiren en önemli isimler arasında yer alan Nietzsche kötülüğü etimolojik olarak analiz eder. ‘Ahlakın Soykütüğü Üstüne’de kötü’nün (molus) kara derili, sıradan insanı işaret ettiğini söyler ve kara, karanlık anlamına gelen melas’ın molus’la ilişkisinin altını çizer. Nietzsche’nin “iyi” üzerine yaptığı analizde ise dikkat çekici tespitler yer alır; iyi’yi belirten kelimeler soylu insanın kendini bir tür olumlayışıdır. Almanca iyi (gut) Tanrısal bir ırkı işaret eder; soylu bir topluluk olan Goth’ların ismi bu kaynağa dayanmaktadır.
Nietzsche’nin kötü ve iyi kavramları üzerine yaptığı etimolojik yorum kavramların tarihsel olarak içerik kazandığına, tarihte kurulduğuna dair bir çıkarımı da gerekli kılar. Tarih öncesi topluluklara (tarih, yazının bulunuşu ile başlatılmaktadır) göz atıldığında ise kötülük ve onunla ilişkili olarak saldırganlık konusunda bambaşka insan ve insan toplulukları ile karşılaşılır.
Erich Fromm’un ‘İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri’ isimli eserinde Çatalhöyük’te yaşamış insan toplulukları hakkında, kazılarda bu zamana kadar keşfedilen sekiz yüz yıllık Çatalhöyük’ün varlığında, herhangi bir yağma ya da katliamı ortaya koyan hiçbir kanıt bulunmadığını belirtir. Topraktan çıkarılan yüzlerce iskelet arasında, şiddete dayalı ölüm belirtisi taşıyan bir tek iskeletin dahi bulunamamış olması dikkat çekicidir. Fromm, bu durumu analiz ederken özel mülkiyetin ve özel mülkiyetten kaynaklı kıskançlığın olmayışına dikkat çeker. Aynı zamanda toplumsal yapılanma ve din anlayışında ‘annenin rolü’ kötülük ve şiddetin minimalize edilmesinde başat öneme sahiptir.
Kötülük problemi üzerine düşünen ve yazılı eserler veren sayısız filozoflardan biri de Emmanuel Levinas’tır. Bir tür arketip olarak bugün hâlâ varlığını gösteren Kabil-Habil anlatısını yorumlayan Levinas, Kabil’in ‘ayık ilgisizlik’i simgelediğini söyler.
Kabil, büyük bir kıskançlık ve öfkeyle kardeşi Habil’i öldürür ve Tanrı sorar:
-Ne yaptın? Kardeşin Habil nerede?
Kabil’in verdiği yanıt şöyledir:
-Ben kardeşimin bekçisi miyim?
Levinas, Kabil’in verdiği “Ben kardeşimin bekçisi miyim?” yanıtında Tanrı’ya yönelik bir saygısızlıktan ziyade bir kötülük analizi yapmaktadır. Kabil’in verdiği yanıt yalnızca bir küstahlık göstergesi değildir; insanlıkla hiçbir bağ kurmadığını gösteren bir ifadedir. Kötülüğün, insanın insana işlediği bir kabahat olduğunu bu sebeple insanın insana karşı sorumluluğunu Tanrı’nın bile iptal edemeyeceğini belirten Levinas’a göre sorumluluk, ötekinin çağrısına yanıt vermek ve ona “buradayım” diyebilmektir. Kabil ne insanlığının ne de insanlığın farkındadır.
Ortada henüz bir ahlak yasası, örneğin “Öldürmeyeceksin!” emri olmasa dahi bir ‘insan’ varlığından söz edebilmek için ötekinin varlığını fark eden, çağrısına cevap veren, onun sorumluluğunu alan bir varlığın olması gerekmektedir.
Kabil-Habil mitolojisinin tarih öncesine ait olduğu, geçen onca zaman içerisinde modern devlet ve hukukun üstünlüğü ile insanın kendi insanlığının ve insanlığın varlığının farkına vardığını söylemek naif bir tespit olacaktır.
Yahudi Soykırımı başta olmak üzere modern çağlarda yaşanmış sayısız katliamın ve kötülüğün kökeninde Kabil’in “Ben kardeşimin bekçisi miyim?” cevabının yattığını kabul etmek gerekiyor. Daha dün gözümüzün önünde Yemen’de binlerce çocuk açlıktan öldü. Save The Children yardım kuruluşu 2015 yılının Nisan ayından 2018 yılı Ekim ayına kadar yetersiz beslenme nedeniyle hayatını kaybeden 5 yaş altı çocukların sayısının yaklaşık 84 bin 700 olduğunu açıkladı. Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi estetize edilmiş haliyle duvarda asılı bir tablo ya da bir performans sanatı olmaya devam ediyor.
Levinas’ın tespitiyle “ayık ilgisizlik” yani her birimizin birer Kabil oluşu “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” söylemine rağmen varlığını sürdürüyor ve bu sebeple mitolojik anlatımlar birer arketip görevi görmeye devam ediyor.