Rav Menaşe’den Spinoza’ya1
Gece gündüze doğru dönerken bu kentin bilinmez bir sokağının renkleri hiç değişmeyecekti. Kanalların üzerinde asılı kalan yoğun sisi zayıflamış kuzey ışıkları öylesine isteksizce aydınlatmaya koyulmuşlardı ki bu dar geçitte ıslak bir karanlıktan başka bir şey fark edilmiyordu henüz. Hayaletler bu saat olduğunda telaşla dönmeye çalışıyorlardı su kenarına dizilmiş gotik evlerine. Uzak ülkelerdeki gölge oyunlarını anımsatıyorlardı kanalların üzerine düşen görüntüleri. Birbirinin içinden çıkıyordu düşle gerçek.
Uyaran olmazsa, yanılsamaların sonsuzluğunda akıl kendini dahi inkâr edebilecekti burada. Gölge oyununun içinde hayal olarak kalabilecekti sonsuza kadar.
Yüzyıllardır böyle uyanmıştı bu kentin sokağı. Perili evlerin rutubet kokan gölgeleri kaybolmaya yüz tutardı uzaklardan çan sesleri duyulurken. Kuzey denizinin uğultusunu üzerinde taşıyan gemiler, sessizce kayarcasına süzülürdü bu eski kentin kanallarının üzerinde. Kokusunu getirirdi açık denizlerin. Dayanılmaz olurdu buranın gemicisi için bunun tadı.
Bu kentte yine de sükûnet yüz yılların hüznünü taşıyacaktı tüm yaşayanlarına. Ses çıkarma hakkı kanalın yırtıcı kuşlarına ait olacaktı her zaman. Albatroslar hükümranıydı kanalın. Sadece karabataklar ile paylaşmak zorundaydılar egemenliklerini. Sislerin arasından süzülen ışık huzmelerini yakalamak istercesine hızla yükseliyorlar, vazgeçiyorlar; olanca hızları ile aşağı doğru inerken vahşi sesler çıkarıyorlardı. Suyun üzerinde yok olan karabatakların kanat çırpmalarına karışıyordu sesleri.
***
Yarı ıslak, karanlık sokakta bir gölge boşluktan çıktı. Bu dünyaya ait değildi. Pelerinine sarılmıştı. Evlerden yansıyan titrek mum ışıklarının ışığında cılız bedenini yüklendi, yürüdü.
Albatrosların da üzerinde uçan bir kırlangıç sürüsü sanki fark etmişti olacakları. Hayalet evlerin üzerinde kayboldu sürü.
Yüzyıllardır kimsenin geçmediği sokakta topuk sesleri belirginleşti. Cılız bedenli adam topuklarını kaldırıp bırakıyordu. Duruyordu arada bir. Arkasına bakıyordu. Geniş kenarlı şapkasının örttüğü gür siyah saçlarından buralı olmadığı anlaşılıyordu. Sıcak ülkelerden gelmişti anlaşılan. Portekiz ‘den, belki İspanya’dan. Gelmek zorunda kalmıştı belki de.
Kimi arıyordu arkasında? Kimden ürkmüştü?
Gölgesi süzülüyordu kaldırım boyunca. Bir halka aitti bu gölge. Sıska bedenli adam, halkının gölgesinde nasıl yaşayacağını düşünüyordu.
Gölgenin halkı, halkın gölgesi...
İstemiyordu onu halkı. Gölgenin halkı onu istemeyecekti.
Hiçbir zaman mı istemeyecekti?
Rüzgârdan kaçmak istedi cılız adam.
Halkından kaçmak zorunda bırakıldı.
Öteden beri takip ediliyordu Portekizli…
Sokakta giderken durup aniden gerisin geriye dönerdi. Hızla kaybolurdu ardındaki. Takip eden de edilen kadar acemiydi anlaşılan.
Tehdit ediliyordu. Kimdi tehdit eden, bir bilgisi yoktu.
Birileri gelmişti onu görmeye. Yaşamı boyunca yetecek bir para teklif etmişlerdi.
Ne istiyorlardı karşılığında? Sadece susmasını ve uzaklaşıp kendini unutturmasını. Daha önceden sinagoga gelmesini isterlerdi. Ondan da vazgeçmişlerdi. Yeter ki bu yerin üstünden kaybolsundu.
Hakikati aramaya koyulanın susmasını istemek. Ama hakikat, kendine saklamak için aranmazdı ki. Tanrı bile kendini seyretmek için yaratmamış mıydı bu dünyayı.
Felsefe modern zamanlarda sadece anlayıp susmak için değildi artık Antik Yunan’dan bu yana çok şey değişmişti.
Kopernik’ten de Galile’den de Uriel de Costa’dan da hatta Rabbi Menaşe’den de isteyeceklerdi susmasını. Kimi yakılacak kimi dışlanacaktı ama hakikati mırıldanacaklardı yine de; “Ne yapayım ki dönüyor dünya!” demeyecek miydi Galile, korku dağları sardığında bile.
Hayır çok cesur sayılmazdı Descartes veya Galile gibi o da ama vaz geçemezdi soyunduğu işten. Hakikat orada duruyordu. Arayıp bulacaktı, olmazsa keşfedecekti. Ve yalanı ortaya çıkaracaktı. Doğru olana uygun yaşamanın şartlarının oluşmasını sağlamaya koyulacaktı.
Tabiata uygun davranmaktı erdem. Tabiatın içinden gelen onun üzerinde egemenlik kurmaya soyunamazdı. Evet Talmud’da ve çoğu din adamlarının yorumlarında tersi iddia edilse de o tabiatın doğruluğunu övecekti. Biliyordu hakikati yok etmek tabiatı yok etmekten geçerdi. Tabiat nasıl yok edilirdi ki? Kendini yok edebilirdi insan ama tabiatı asla.
Kimi zaman gecenin karanlığında uyanırdı. Martılar yol gösterirlerdi ona. Aşağıda limanda olup bitenlere bakardı. Ay ışığının aydınlattığı siyah bedenler taşınırdı yığınla ve çığlık çığlığa. Kardeşi onun için sabahtan çıkardı, limana doğru yola koyulurdu. Bedenlerin ticaretini yapıyordu o da.
Modern zamanlarda zenginleşmek, bu demekti.
Ona para teklif edenler bu ticaretten arta kalanları vereceklerdi ona!
Kendisine teklif edilenle ne yapılırdı ki? Para büyütülmeyi beklerdi. Dindaşları bunu yapıyorlardı bu kentte. Borsanın etrafında görülürlerdi çokça. Durmadan büyütürlerdi ellerindekini. Zekanın ölçüsü idi bu aynı zamanda onlar için.
Biliyordu sinagog ve kilisedeki herkes çıkışta borsa binasına giderdi. Kendi kardeşi de giderdi. Para büyümek isterdi çünkü.
Yerler kayganlaştı. Arkadaki adımlar kararsızdı. Daha önceden onu takip edenlere benziyordu. Hızlandı cılız beden. Ürkek ama kararlı idi.
Geniş kenarlı şapkalı adam mırıldandı. Hakikati paranın ardına saklamak istiyorlardı. İzin vermeyecekti.
Arkadaşları uyarmışlardı onu; dikkatli ol demişlerdi.
Sinagoga artık gitmiyordu. Gidemiyordu.
***
Bir albatros pike yaptı. Çığlık çığlığa.
Portekizli kaçamadı karanlık yüzlüden. Pelerini yırtıldı. Yere kapaklandı. Albatrosu hâlâ görebiliyordu Amsterdam’ın özgürlük vaat eden gökyüzünde.
Özgürlük pahalıydı. Descartes için de böyleydi. Parayı kabul edip satın alabilir miydi yoksa onu?
Sol tarafı kasılıyordu. Kan kokusu kaplamıştı her tarafı. Ressam çıktı geldi. Orada mıydı o da. Rembrandt oradaydı. Rabbi’yi gördü. Menaşe de gelmişti. Albatroslar eksiksiz toplanmışlardı gök yüzüne. Karabatakların hepsi büyük günahı seyretmek için yanına gelmişlerdi.
Günah adına günah işleyenler yoktular.
Elini uzattı. Rembrandt yakaladı. Filozof ressamı kucakladı. İkisi de kan içinde kaldı.
Uygar olabilecek miydi insan?
Filozof biliyordu umudun arka yüzü korkuydu.
Çıkardı birileri paltosunu, gömleği ile böğrünü sardı.
Sakin olun, dedi doktor; yaşayacak.
***
Yaşamak, ölünmezdi ki zaten.
Uyandı sadece.
Önce Rembrandt’ı gördü. Çok korkmuştu ressam. Bir fanatik dedi. Menaşe kim bilir omuzundan tuttu.
Gülümsedi filozof.
Direnecekti. Yapacak işi vardı. Hem de çok.
Albatroslar yukarı doğru pike yaptılar.
***
Amsterdam uyanıyordu.
Meraklısına notlar
Bilme sevdalısı okurlarım var. Bildiklerinden emin olmayanlar. Bilmenin bilmemek olduğunu bilenler. Bilme eylemi ile inanmanın her zaman aynı şey olmadığını bilenler. Merak etmişler. Sormuşlar, ‘Élohim’in anlamını istemişler;
Yanıtlayalım aklımızın erdiğince.
Önce merak, bilmemenin kapısını açar. Bilim merakla başlar. Bilim felsefesinin büyük bir kısmı kuşkunun anatomisine ayrılmıştır bundan dolayı. Sonra bilim insanı, kimi zaman da filozof, laboratuvarına girerken inancını dışarıda bırakır. Aksi takdirde bilmediklerini tekrarlayacaktır.
Gelelim ‘Élohim’e, sadece İbranice’de değil düşünmenin mantığını yansıtarak tüm dillerde özne ile yüklem birlikte çekilirler.
Şimdi bu cümlenin böyle olmaması tüm din antropologlarını, yazın eleştirmelerini, din bilimcilerini kuşkuya sevk etmiştir. Ve inanç dediğimiz gibi laboratuvarın dışında kaldığı için buna dair sayısız hipotez üretilmiştir. Bu konuda eski Yunan’dan modern zaman yazarlarına kadar sayısız tez konmuştur ortaya. Ve cezbedici açıklamalar getirilmiştir.
Yerin sınırlılığından dolayı daha çok ayrıntıya girilemeyecektir.
Merak edenlere bu konuya ait literatür verilebilecektir.
[1] Modern zamanlara ait olacaktır özgürleşmenin hikâyesi ve batı toplumlarında yaşanacaktır öncelikle. Bu topraklarda ise çeşitli nedenlerle böyle bir gelenek oluşmayacaktır. Kaçınılmaz olarak buranın Yahudisi de payına düşeni alacaktır bundan. Vahim olan özgürlüksüz zenginleşmeyi beceren buranın burjuvazisinin ciddi bir yanılsamaya düşmesi olacaktır: Çok alternatifli üst düzey tüketimin özgürleşme olabileceği düşünülecektir. Bu toprakların Yahudisi de batıdaki benzerlerinden ayrılarak bu yanılsamanın şampiyonluğunu yapacaklardır.
İstedik ki başlayacak olan bu yeni yazı dizisinde özgürlüğün tadını ve anlamını insanlığın onuru Spinoza’nın hikâyesinde vermeye çalışalım. Yanılsamanın tuzaklarını bu filozofun yaşamının etrafında verebilelim. Çünkü her türlü eleştiriye rağmen insanlığı yeni ve aydınlık bir gelişmeye taşıyacak olanların başında gelecektir Spinoza.
Yine alınacak değerli dostlar kuşkusuz olacaktır. Spinoza’nın hocası Morteira da çok kızacaktı öğrencisine. Haddimiz değildir kendimizi onunla kıyaslamak. Ama tekrarlamak gerekecek; Spinoza’dan Marx’a Yahudi’nin kendisini ve içinde yaşadığı toplumu onurlandıracak bir süreç yaşanmamıştır bu toplumda beş yüz yıldır. Çokça övünülen ve artık usandıran bu söylem yerine bu çoraklığın nedenlerine eğilmek belki daha anlamlı olacaktır.
İllüzyonist bir misafir eden ve ancak konuk olabilen söylem artık geç de olsa belki böyle aşılabilecektir. Entelektüelin çabası ile olabilecektir bu.
Spinoza o günden bu yana Yahudi entelektüalizmini derin bir bunalıma sürüklemekle suçlanacaktır. Dilenirdi ki bu topraklar üzerinde de benzeri bir bunalımın yaşanabileceği bir entelektüalizm oluşmuş olsaydı tarihsel süreç içinde.