Sen hiç ölümün kıyısında çaresiz bekledin mi? Kıskançlık, öfke çılgınlığı, nefret, ego, şehvet ve daha birçok kötü dürtü ile hayatın boyunca sanki ölmeyecekmişçesine yaşarken hiç bir gün yok olacağını düşündün mü? Geçtiğimiz hafta sonu bir yandan Marmara depreminin 20.yıldönümünde geride kalan yılları, akıp giden zamanı düşünürken, bardaktan boşalırcasına yağan yağmurda annemle kaldığımız hastane odasında doktorun vereceği umutlu haberi çaresizce kovalamaktaydım. Aldığımız her nefesin, sevdiklerimiz yanımızda sağlıkla uyandığımız her günün değerini insan ne yazık ki boşluğa düşüp, çaresiz kaldığı anlarda daha iyi anlardı. Hayat, sonu iyi bitmeyen bir hikâye, ölüm de kaçınılmaz tek gerçek iken neden halen ölümsüzlüğün peşinde kötüyle dans ederdi insan?
Ne çok kötülüğü yaşamış ama bir türlü uslanmamıştı yaşadığımız bu coğrafya. Bu topraklarda ‘öteki’ olmak Cumhuriyet’in ilk yıllarından bugüne dek süren bitimsiz bir kışın başlangıcıydı Moiz, Kevork, Yorgo’lar için... Kış ortasında birkaç bahar günü yaşanmıştı belki ama günlerin çoğu puslu, karanlıktı. Arada da birkaç fırtına gelip geçmişti, her geçişinde geriye daha az onlardan bırakarak... Tarih ‘eğer olsaydı ya da olmasaydı’ sorusunu cevaplamaya çalışarak değil, gerçek durumun tahlilini yaparak öğrenilirdi.
Kimdik biz? Neydik onların gözünde? ‘Coğrafya, yaşamla, yürekle iç içe geçince nasıl çizilirdi vatanın sınırları haritada? Türkiye vatandaşı, Rum Ortodoks diye yazıyordu kiminin nüfusunda. Evet, Rum’du ve Ortodoks’tu her şeyden önce. Avrupalıydı şüphesiz ama aynı zamanda da Anadoluluydu, bu topraklarda doğmuş, burada büyümüştü. Kimlik bunalımı böyle bir şey olmalıydı.’ İşte tam da bu sözlerle İstanbul doğumlu, İmrozlu Rea Stathopulu ‘Pedal Çeviren Kadınlar’ romanında bu topraklarda Rum olmanın ne denli zor olduğunu anlatmaktaydı. Tıpkı çoğu zaman Yahudi ve Ermeni toplumunun da yaşadığı gibi, siyasilerin kötü emellerinde İstanbullu Rumların kaderini İmrozlu Rumlar da yaşamışlardı. Önce Rum okulları kapanmıştı. Ana dilini öğrenemediğin bir yerde neyin umudunu besleyeceksin? Ve bir yer tamamen çocuksuz, genç nüfussuz bırakılırsa, o yer için nasıl bir gelecek tasavvur edilebilirdi? Arkasından geçimini toprağa, hayvancılığa bağlamış ada nüfusuna bir de ekonomik darbe indirildi. Her yıl adanın renkleri biraz daha soldu. Meryem Ana Yortusunun kilise bahçesi dışında gezdirilmesi yasaklandı. Çember gittikçe daralırken son darbe açık cezaevlerinin kurulması oldu. Adanın Rum kökenlerine gönderme yapan İmroz’un Gökçeada ismi ile değiştirilmesi ile de anılar tümüyle yok olmaya yüz tuttu. Günümüzde her yıl 16 Ağustoslarda yaşatılmaya çalışılıp, yeniden kısmen eğitim başlasa da İmroz hayalet köyü, çoğu çoktan vatanını terk etmiş Rumları ile eski ihtişamından oldukça uzak.
Emile Zola ‘Yaşamla Ölüm Arasında’ isimli eserinde sanki ayrı ayrı var olmayacak, bir bütünün iki yarısından söz eder gibi ele alır yaşam ve ölüm güdüsünü. Zola, romanında ‘Adalet iktidarın elindedir’ gerçeğini bir kez daha gözler önüne serer. İnsan doğası maalesef entelektüel ve ahlaki gelişimini sürdürürken çoğu kez vahşi doğasından da vazgeçemez. Bir yanda uygarlık olabildiğine hızlı ilerlerken, insanoğlu kötü içgüdülerinden tamamıyla kendini arındıramaz. İstanbul’da 2019 yılında, yoğun yağıştan evsiz bir vatandaş hayatını kaybedebilirken, her geçen gün geçmişten ders alınmadan inşa edilen ruhsuz yapılar şehri kuşatmaya devam eder. Ölüm korkusunu hissetmeden insanoğlu öteki gördüğüne zulüm etmeyi kendine marifet sayar. Peki, daha kaç acı yaşamalıdır ki insan yaşamla ölüm arasındaki çizgide yaşamı seçebilmek için? Umut halen var...