Balkan topraklarında çok farklı etnik ve dini grupların varlığına ve geçmişte uzun yıllar barış içinde yaşamış olmalarına rağmen, 19. yüzyılından itibaren şiddet, çetecilik veya komitecilik ve tabi savaşlar artan ölçüde bu durumu bozdu. Gayet iyi bilindiği üzere I. Dünya Savaşının başlamasını da Saraybosna’daki bir suikast tetikledi.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu idaresindeki Bosna-Hersek’in Travnik kasabasında doğan İvo Andriç (1892-1975) 1961 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü kazandı. Özellikle 1945 yılında basılan Drina Üzerindeki Köprü (Na drini çupriya) ile ün kazanan yazar Yugoslavya’nın en önemli yazarı olarak tanındı. Bugün Belgrad’da bir heykeli bulunan Andriç’in, ailesi Katolik dolayısıyla Hırvat olsa da daha çok Sırp olarak tanımlanıyor.
Çocukluğunu Bosna-Hersek’teki Vişegrad’da geçiren Andriç, 1914 yılında Avusturya-Macaristan veliahdı Franz Ferdinand’ın Saraybosna’da suikasta kurban gitmesi üzerine, kısa bir süre tutuklu kaldı. Daha sonra Avusturya’nın Graz Üniversitesinde doktora yapan yazar, Yugoslavya Dışişleri Bakanlığında diplomat olarak görev yaptı. II. Dünya Savaşı esnasında Belgrad’da bahse konu romanı yazan Andriç, daha sonra tekrar farklı devlet görevlerinde bulundu.
Drina Üzerindeki Köprü, Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa tarafından Bosna’nın Vişegrad kasabasında Mimar Sinan’a yaptırılan köprü ve bu bağlamda yıkılan ve yeniden kurulan dünyalar üzerine kurulu. Farklı yönetimler altına giren yöre halkının adaptasyon zorlukları da romanın ana konularından biri. Mesela Müslümanların yönetici konumundan çıkmış olmakla beraber nasıl bir yeni role bürünecekleri konusundaki kararsızlıkları.
Ivo Andriç, Vişegrad üzerinden Sırp tarihine atıfta bulunuyor ve Sırpların zaman zaman baskı altında kaldıkları üzerinde duruyor. Bu anlatıya göre en son 1914 suikastı ile Sırp avı başlıyor. Kasabada ‘Türkler’, Sırplar ve Yahudiler beraberce yaşıyorlar. Ancak burada Türklerden kastedilenin Müslüman Boşnaklar olduğu vurgulanmalı. Ayrıca hepsinin ortak kültürel paylaşımları olduğu, mesela Sırpların fes taktıkları ve bütün bu halkların Türk kahvesi ve rakija içtiklerini betimleyen yazar, farklı halklara mensup bireyler arasında dostluktan ziyade en fazla tanışıklık olmasının mümkün olduğunu vurguluyor. Dünyaya farklı pencerelerden bakmayı göstermesi açısından Balkan Savaşlarında Türklerin ve Sırpların farklı tarafları tutmalarını yazar anlatırken tarihi gerçeklere uygun bir tanımlamada bulunuyor.
Öbür taraftan aynı coğrafi alanı paylaşanların kültürel etkileşimde bulunmaları son derece doğal. Avusturya-Macaristan yönetimiyle özellikle Hristiyanlar ve Yahudilerin kıyafetlerinde Avrupai etkiler olurken, gelen yöneticiler de yerel halktan etkilenip kısmen doğulu adetleri benimsemeleri kültürel etkileşimin bir başka örneği.
Ancak, Sırpların tarihe bakışlarını anlamamız açısından devşirme sistemi hakkında yazdıkları düşündürücü. Romanda, Sokollu Mehmet Paşa’nın küçük bir çocukken evinden alınışı ve annesinin çığlıklarını betimlerken bizim alışık olmadığımız bir portre çiziyor. Osmanlı’yı ‘güçlü ve acımasız’ olarak tanımlayan romandaki karakterlerden birisi, 19. yüzyılda milliyetçi anlatı açısından ‘kendi kanlarından’ olan Sokollu’nun ve diğerlerinin devşirme sistemi ile asırlar boyunca kendilerinden çalındıklarını, Türk olup, din ve vatanlarını unuttuklarını ve böylelikle yabancı imparatorluklara hizmet ettiklerini, ancak bundan böyle Sırbistan’ın bütün güney Slavlarını birleştirerek, milliyetçilik düşüncesinin galip geleceği ve bağımsız bir devlet kurulması ile çok daha iyi köprülerin inşa edileceği düşüncesini dillendiriyor.
Aslında burada Sırp ve diğer Balkan milliyetçiliklerinin çoğunun Osmanlı geçmişine bakışı özetleniyor. Tabi Boşnakların bu geçmişe olumlu baktıkları, İmparatorluğun istikrar ve güven getirdiği de kitapta ifade ediliyor. Ancak yazar empatiden yoksun olmadığını da Müslümanların veya kitaptaki ifade ile ‘Türk ailelerin’ de mallarının ve mülklerinin yağmalandığı için Bosna’ya geldiklerini yazarak gösteriyordu. Ama aynı zamanda toplumlar arasında belli bir nefretin mevcudiyeti Hristiyanların dualarında Türklere karşı olumsuz ifadelerde gözlemlenebiliyor. Ancak Müslümanların Sırbistan’dan Bosna’ya kaçıp, sonrasında 1878’te bu sefer Bosna’nın Avusturya yönetimine geçmesiyle, Osmanlı hâkimiyetindeki Sancak bölgesine kaçtıkları da tasvir edilmekte. Dolayısıyla Müslümanların da göçmen olmak zorunda kaldıklarını veya olmayı tercih ettiklerini anlatan yazar, bazı ailelerin hayatlarında üçüncü kez göçmen durumuna düştüklerini tarihi gerçeklere dayanarak anlatıyor.
Aynı zamanda bölgedeki Yahudilerden bahsederken, dünyadaki dindaşları gibi benzer bir şekilde yollara düştüklerini ifade edip, aynı zamanda yeni Avusturya yönetimi ile Aşkenazların da bölgeye yerleştiğini vurguluyor. Ayrıca bölgedeki Yahudi hayatını betimlerken Sefaradların İspanyolca konuşmakla beraber, küfürleri Sırpça etmeleri ve Yahudi bir karakterin bir akrabası hakkında “Yahudi olduğu yetmiyormuş gibi bir de sosyalist olmuş” nitelemesi dikkate değer.
Romanlar bir toplumun kültür ve tarihini anlamak için önemli araçlar olabiliyor. Hele ki tarih okumaları ile beraber yapılırsa. Dolayısıyla Andriç de bize tarihten günümüze kadar etkileri olan bir anlatı sunuyor. Tabi bizim açımızdan önemli tarafı ana temalarından birinin Türkler olması.
1 Vişegrad günümüzde Bosna’nın Sırbistan sınırında ufak bir kasaba. Ayrıca Macaristan’da da Visegrad adlı bir şehir mevcut. Macaristan’daki Visegrad’da imzalanan bir anlaşma ile Çekya, Slovakya, Macaristan ve Polonya Visegrad Dörtlüsü olarak adlandırılmalarını doğuran bir işbirliği örgütü kurdular.