Bir sonraki dönemin açılış başlığı olacak ‘Aidiyet Çağı’. İzleri, hissi şimdiden var. Ancak henüz yerleşik bir farkındalık yok. Artık aidiyetin her türlü yükü omuzlarımızda öyle ağır çekiyor ki biz ilerleyemiyoruz.
Hiçbir aidiyet gerçek özgürlüğü vadetmez.
Bundan hemen evli ve bekâr çıkarımı yapmayın. Bekârlık da bir aidiyettir ve siz bekârlar locası mensubu olarak anılırsınız. Meselem ilişki bazlı aidiyeti değil. Temelden demirlendiğimizi ve uzaklaşmaya çalışırken limanı da söküp götürdüğümüzü anlatmak istiyorum.
Nerede doğduğun, ailen, adın, evin, dinin, arkadaşların, sık gittiğin restoranlar, kedin, köpeğin, çocuğun, kıyafetlerin ve artık sana ait olduğuna inandığın ne varsa ya da kendini ait hissettiğin her neyse…
Sevgilinin kolları da aidiyetin olabilir, 40 yıllık karının ve senin adının yazdığı nikâh defterin de. Tüm bunlara göre sen daima bir yerlere aitsin. Ama en başta dünyaya tanımlısın. Sonra düşüncelerin, söylediklerin, yuttukların da sana ait! Liste o kadar uzun ki, sanki buraya sadece aidiyet sarmalını deneyimleyeme gelmişiz! İpleri çözmekle bitmiyor. Nereden baksan binlerce ipin arasından gözünü açmaya çalışan belki de hiç oralı olmayan birisin. Hiç aklına gelmemiş bile olsa sayısal olarak belli aidiyetlerin insanısın. Sen de bir aidiyet neferisin.
Bu bizim tek gerçeğimiz mi sahiden? Niye bu kadar mülkiyetçiyiz? Binlerce yıllık deneyimin aktarımı aidiyet sarmalına mı dolaşmaktı?
Sorular çok büyük. Fakat hikâyenin rol modelleri en baştan belliydi. Hepimiz Adem ve Havva’dan geldiğimize göre kadın ve erkek olarak tanımlanmış acayip rollerle zaten birbirimize ait kılındık. Yani başlatmadığımız sarmalın içine düştük diyelim. Deneyimi temsil eden elma, başka bir dünyayı hayal eden merak Havva ve aksiyonu alan güçlü erkeğimiz de Adem oldu… Binlerce yıl geçti… Adem ve Havva’nın elması olan deneyim, markalaşıp elimize tutuşturuldu. Artık her türlü evrimle baş başayız.
Ancak insanlar yine de kaybolmak istiyor. Bunu görmemek mümkün değil…
Mesela doğduğun ülkenin insanları hakkında bir dolu şikayetin olabilir. Tıpkı başkaları gibi. İşte efendim Türkler şöyle, zaten böyle de yapıyorlar türünde tespitlerinde haklı olabilirsin. Fakat başka bir ülkeye gittiğinde orada da benzer haller var. Herkes kendi insanından olabildiğince memnuniyetsiz ve şikayetçi. Yani genel anlamda ırk ya da ülke çatısı altında birleşen insanlar mı birbirini bu kadar yoruyor yoksa onları birleştiren bu mantık mı yorucu? Anlamak zor. Belki de yüklenen anlamlar ağar çekmeye başlamıştır.
Bir de şöyle düşünelim. Bir tatile gittiğini farz et. Herkesten, her şeyden uzaklaşıp sağlıklı düşünme gayretindesin ya da belki hiç düşünmemek sadece tatil yapma hevesindesin. Diyelim ki ülke dışına çıktın. Kimseyle de konuşmak gibi bir isteğin yok. Rahat bir köşeye oturdun. Kimsesiz, hiçsiz sadece varlığını deneyimlemek istiyorsun. Tanımladığın ve tanımlandığın en ufak bir bağın yanında yok o anda. Fakat hayat bu ya! Pat diye aniden birisi “Nerelisin/hangi ülkedensin?” diye sordu. Belli çünkü sen de onun gibi gezmeye gelmişsin. En azından görünürde böyle. Sorunun ardından içinden gelen bir gürültü, unutmak, kaybolmak istediğin her anı geriye çağırmış gibi sanki siren sesleri çalıyor zihninde. “Ben mi, İstanbul” diye afallayarak verdiğin yanıtla sanki gökyüzünde uçarken, yeryüzüne kafa üstü çakılıyorsun. Ardından hiç istemediğin “Ben de İstanbul’a gitmiştim, yemekler güzeldi, işte şurası şahaneydi” derken aidiyetin paçana yapışmış gibi seni bırakmıyor. Hatta muhabbet ilerlemesin diye oradan uzaklaşmak istiyorsun ama bu mümkün değilse zaten aidiyetin resmen gırtlağına sarılmış oluyor. Beni bırakıp gideceğini mi sandın! Aidiyete düşüş bu anlamda her türlü pavyondan bile ağır bir yenilgi gibi yumrukluyor seni.
Fakat öte yandan iki insanın dünyanın bir ucunda birbirlerini hiç tanımlamadan, nereli ve hangi bağlarla nasıl tanımlandıklarını bilmeden yapacağı sohbeti düşünsenize. Kendinizden bahsetmeden bir şeyleri konuşmak. O kadar zor değil. Sadece alışık değiliz. Mesela ben bitter dondurma seviyorum çünkü siyah çikolatayı hayatın anlamıyla ilişkilendiriyorum falan. Böyle saçma bir varsayımım olsun ne olduğu önemli değil. Sorun, bunu anlatmak için neden insanların kim ve nereli olduğunu bilmek zorunda olmam! Basit bir örnek bu. Fakat önemli. Örneğin senin İtalyan olduğunu öğrendiğim anda İtalyanlara özgü kitlesel hafızadan bir bilgi akışı içine giriyorum. Bir de bunlara önceden kendi bildiklerim ekleniyor. Dolayısıyla ben sana artık bir filtreden bakabiliyorum. Bu filtre dahilinde seninle kurduğum iletişimde zihnimde artık İtalya ile kategorize edildin. Ne bileyim, Türk dediğinde başka bir dalga boyutuna geçer gibi bir bilince ilerledim. Ve bu sarmaldan genel anlamda bir kurtuluş yolu bulmamakta da ısrarcıyız. Sorularla yoruyoruz birbirimizi. Çok önemliymiş gibi beş dakika sohbet ettiğimiz insanın neredeyse şeceresini merak ediyoruz. İnsanı önemsiz kıldığımdan değil sadece deneyimin kendisine teslim olamayışımıza içerliyorum. Bu halimiz saçma geliyor. Öte yandan şimdiki çağda yaşadığımız tüm psikolojik sıkıntıları düşünüyorum. Galiba insan özünde bu kadar aidiyeti kaldırabilecek güçte bir varlık değil.
Kimsesiz olmaya da hakkı var ama olamıyor. Yani istisnai durumlar var ancak onlar bile ‘kimsesizliği’ belli bir aidiyet limanında sığınmacı gibi bir durum olarak algılıyor. Yani orası bile boş değil. Aidiyet bütün koltukları kapmış gibi geçit vermiyor!
Bir yere gittiğimizde ya da normalde bile nereli olduğunun ne önemi var ki? Beynimizde bir kategori merkezinden referans almadan iletişim kuramıyor muyuz? Aslında tüm sorular aynı yere çıkıyor! “Sen hangi bahçenin gülüsün?” Çünkü biz sadece koklayamıyoruz.
Her şeyi olduğu gibi kabul edelim, sormayalım öyle olması gerektiği gibi yaşayalım anlayışından bahsetmiyorum. Onun tasavvufta yeri var. Ve o bile başka bir aidiyeti içeriyor. Ben hiçbir tanımla örtünmemekten bahsediyorum. Adımdan başlayıp, nereli olduğuma, işim vs. hepsi benim örtülerim. Sen sordukça ben bir kat daha giyinerek, kendimi örterek konuşuyorum. Sonunda tüm o örtülerin altında sen benim gerçeğimi bulamadığın gibi ben de ona ulaşamıyorum.
Oysa bir insanla hiç konuşmadan onu izleyerek geçirdiğin bir günde belki sadece dans etsen, onun vücuduyla sana anlattıklarına bakabilsen, seni elleriyle de sevmeyi becerebiliyor mu bunu görebilsen…
Tek bir gün eksen hayatına ve sadece deneyim üretsek, hiç söz koymasak aramıza, hiç soru sormasak birbirimize ve gerçekten hissetsek… Hiç konuşmasak, tek halimiz varlığımız olsa aidiyet düşer miydi yakamızdan?