Bir Özgürleşme Arayışı-2

Cervantes ile Spinoza hakikati ararken

Metin SARFATİ Köşe Yazısı
18 Eylül 2019 Çarşamba

Kuzey rüzgarları cılız ağaçların arasında yalnızlığı fısıldayarak esiyordu.

Tek düze bir ovalıktı bu sığınılan yer. Kara bürünmüş toprak sonsuzluğa kadar devam ediyordu burada sanki.

Ta nerelerden gelinmişti. Toscana’nın yeşil vadileri, inişli çıkışlı tepeleri geride kalmıştı artık. Portekiz’in parlak güneşi de kaybolmuştu bir yerlerde sanki. Bademliklerin, zeytinliklerin, selvi ağaçlarının flamenko ezgileri kuşanmış kokuları kuzeyin bu loş ışıklarına sığınanlar için bir hayaldi artık.

↔↔↔

Kanalın biraz uzağında, solgun kuzey ışıkları sokağın sonundaki küçük evi yalnızlığına terk etmeye hazırlanıyordu.

Yaşlılığın eşiğindeki kadın, evin içindeki dar merdivenleri soluk soluğa tırmandı. Odanın kapısını tıklattı. İçeri girdi. Sönmek üzere olan ateşi canlandırdıktan sonra yataktaki genç adama döndü: Bento, diye fısıldadı. “İyi misin?” diye devam etti.

“Bak, kar durmaksızın yağıyor” dedi.

Endişeli bir yüzle hastaya bakıp sordu, sonra: “Pencereyi açayım mı? Hava girsin, kendine gelirsin.”

Kendine gelmek... İspanya ve Portekiz’den sonra yine mi yola çıkılacaktı diye düşündü solgun yüzü ile genç adam.

↔↔↔

Dışarıda kar hızlanıyordu. Beyaz halı, geceyi aydınlatmaya başlamıştı.

Albatroslar, karabataklarla birlikte kanaldaki küçük tahta parçasının üzerinde birbirlerine iyice sokuldular.

Kar, dar sokaktaki tüm izleri hızlıca yok ediyordu.

Karın beyazında, gecenin siyahında olduğu gibi kaybolmak işten bile değildi burada. Bento biliyordu ki bıçağın izleri ruhuna iyice kazınmıştı. Bıçağın darbeleri bedenini değil; ruhunu yaralamıştı.

Nefretlerinin zehrini akıtmak istemişlerdi yüreğine.

Halkının tarihinde pek de görülmeyen bir şey değildi ruhların yok edilmek istenmesi. Üstelik ruhun ebedi olduğunu savunan fanatikler tarafından. Daha doğrusu inandığına inananlar tarafından.

Belki albatrosların ülkesinde yeniydi onların fanatizmlerinin nefreti ama çöllerin kızgın kumu az tanık olmamıştı buna. Mesela kutsal toraklar üzerinde neredeyse 400 yıl sonra, yine böyle büyük bir günah işlenmeyecek miydi?

Düşündü Bento: Kutsal’ın şövalyeleri bu kadar çok mu korkuyorlardı, hakikatlerinin hakikat olmadığının gün yüzüne çıkacağından. Evet, kendisi sadece ve sadece hakikati aramaya soyunacaktı. Yaşamını bu yola adayacaktı. Ruhu ve bütün benliği bıçak darbelerinin altında yok edilse bile bundan vazgeçmeyecekti. Hakikat, öğrenmişti ki sadece zamanı aşabilirse hakikat olurdu. Bunu ona daha küçükken gittiği din okulundaki hahamlar öğretmemiş miydi? Galiba ona kendisine öğretilenleri sorguladığı için kızıyorlardı. Ama o başka yerlerden öğrenmişti ki cehalet, özgürlüğün içini boşalttığı gibi hakikatin keşfini de zorlaştırırdı. Bento’ya göre önce yaşam, sonra teoloji gelmeliydi (Premium vivere deinde thelogizari).

Kutsalın ışığının bile akıl tarafından aydınlatılmaya ihtiyacı vardı çünkü. Tarih, aksi taktirde sinsi bir karnavaldan başka bir şey olamazdı. İnsan, kar fırtınasının labirentinde yolunu yitirirdi o zaman. Zaman yanılsamasında tükenip giderdi.

↔↔↔

Pencereyi açan endişeli kadın, tekrar odanın eşiğinde belirdi. Elinde bir kâse çorba tutuyordu. Bento, dedi kısık bir sesle: “Çok zayıfsınız, aldığınız ölümcül yara sizi daha da güçsüz bıraktı. Biraz yemek yemeniz lazım, yürüyüş yapmanız gerekiyor. Bundan için biraz lütfen.”

Usulca gölgelerin içinde kayboldu kadın. Dışarıda çam ağaçlarının arasında savrulan kar durdu.

↔↔↔

Yahudi püritanizmi ikiyüzlü katolisizmden veya kalvinizmden daha iyi değildi diye düşündü yemek kasesini yanına bırakan Bento. Luther’den de Kalvin’den de farkı yoktur onun. Fahişeliği korkunç bir suç olarak görürler kalvinistler de katolikler de ama onları değil kitap yazanı linç ederler; yakarlar. İnsan hayatı, Kutsal’ın fanatizminde önemli değildir.

Bento, yorulmuştu. Durmaksızın yüreğine aynı bıçak saplanıyordu. Ağırdı kendinden olanlar tarafından yok edilmek istenmek ama söylemesi gerekiyordu. İnsan, Kutsal için ise bunun sonucunda çıkacak sorunlardan ancak bunun savunucuları sorumlu olabilirdi.

Diyorlardı ki Kutsal, etik demektir ama şunu söylemeliydi ve modern zamanları açmalıydı: Etik, başka bir şeydir. Etik, hümanist olarak nitelenebilecek değerler sisteminden ibarettir. Bunun Kutsal’ın sistemiyle bir ilgisi yoktur. İyi kendi için aranmalıdır. Bu durumda umuda gerek kalmayacaktır. Eğer korkudan arınmazsa umut, gökyüzüne yükselen bir umarsızlığın içinde yok olacaktır.

Akla dayanmayan, irrasyonel olan, insana çılgınlığın hazzını verebilir. Hayal bu durumda, çekiciliğinin içinde tutsak edecektir kendini ona bırakanı.

Bento, nihayet yataktan kalktı. Sesini yükselterek devam etti: “Yanılsamaları aynı yalan gibi reddediyorum ben.”

Don Kişot’un inkârını biliyordu Spinoza. Yalanı o inkâr ederek reddetmişti. O, kendisi aklıyla yok edecekti. Yatağına döndü, devam etti: “Felsefenin ilkeleri benim için artık büyük bir yaşama prensibi olmuştur. Onun içinde kaybolabilirim; zaten kayboluyorum. Hakikati kendim için ve önyargılarının ihtirasında savrulan, kaybolan insanlar için arıyorum ve arayacağım. Hakikatinki hariç her türlü ihtirası reddediyorum. Onun için belki de merceklerimle uğraşıyorum durmaksızın. Görmek istemeyenlere, hayallerinin tutsaklığı içinde kalmayı tercih edenlere merceklerimi öneriyorum. Don Kişot, yalanı reddetmek için yalan söylüyordu. İnkârı inkâr ediyordu. Ben, Cervantes gibi yapmayacağım; yalanın yerine aklımla hakikati inşa edeceğim. Bunu paramparça edilen ruhumla yapacağım. Bunu, halkım için ve tüm insanlar için yapacağım. Hatta benimle alay eden kardeşim için bile yapacağım. Bento, derdi o bana: Bu kitaplarla uğraşacağına borsaya gelsene, derdi. Dindaşlarımızın çoğu oradalar sen niye yoksun?

↔↔↔

Yavaşça kalktı Bento tekrar pencereye gitti dışarı baktı. Kar, hakikatin izlerini silmeyecekti. Tabiat çünkü hakikat demekti. Kaderin karanlık güçlerinin hayali görüntüler tarafından kuşatılmasına izin vermeyecekti kendisi de. Yunanlılar, Tresias1’ın körlüğünü boşuna tercih etmemişlerdi. İnsanların görmek istemediklerini biliyorlardı onlar. Don Kişot da biliyordu. İnsanlar görmeyi sevmiyordu, hakikati aramak istemiyorlardı. Hakikatin onlara verilmiş olduğunu sanmak onlara yetiyordu.

↔↔↔

Yorulmuştu. Bento yatağına uzandı. Kar dışarıda sakinlemişti. Ağaçlar, yapraklarının üzerinden kendilerinden olana, Spinoza’ya bakıyorlardı sevinçle pencerenin aralığından.

Gelen Haham Menaşe idi. Yahudi din adamları onu da heretik ilan etmişlerdi. Bilinmez, Bento’dan özür dilemeye gelmişti.

Kader, ikisini bir araya mı getirmişti.

Amsterdam’ın diğer büyük lanetlisi Rembrandt, bunun için mi ikisini de kendine model yapacaktı. Üstelik Spinoza Yahudilerin büyük kralı, David olacaktı tablolarda.

Dışarıda rüzgâr durdu, kar devam ediyordu. Menaşe sessizce Spinoza’nın karşısına oturdu…

1 Yunan mitolojisinde adı geçen kâhinlerin en bilinenidir. Bir rivayete göre Athena’yı çıplak gördüğü için gözleri tanrıça Metis tarafından kör edilmiştir.