Suriye Quo Vadis

Dr. Elif ULUĞ Köşe Yazısı
16 Ekim 2019 Çarşamba

Bugünlerde Suriye, çok uzak ama çok yakın… Kahraman Türk ordumuzun ‘Barış Pınarı Operasyonu’nun bölgeye huzur getirmesi, ‘askerlerimizin ayağına bile taş değmemesi’ dileklerimiz, dualarımız onlarla birliktedir. Suriye’nin bugünkü durumunun temellerinin atıldığı bir yüzyıl öncesine bakmak; Arap milliyetçiliği kavramının doğuşunu yazmak istiyorum. Suriye coğrafyası, acılarla, kanla, büyük çözülmelerle örülmüş bir coğrafyadır. Bölgenin Osmanlı Devleti’nde başlayan ulusçuluk akımlarıyla eşgüdümlü tarihine kısa bir yolculuk yapalım hep birlikte. Her zaman olduğu gibi II. Abdülhamit’e dönmeliyiz ve Sultan II. Mahmut ile başlayan merkezileşme, Sünni İslam anlayışını bölgeye yerleştirme politikalarına bakmalıyız.

Sultan II. Abdülhamid devrine kadar (1876-1909) Osmanlı İmparatorluğunda kendine özgü bir dini politikaya yönelik siyasi önceliğe hiç rastlanmadı. Onun zamanında da İslam dini Osmanlı toplumunda dini teşkilatların değil, sultan halifenin şahsının vurgulanmasına ve ön plana çıkarılmasına yarayacak şekilde oluşturuldu. Bunun en temel nedeni Balkanlar, Kafkaslar, Kırım ve Rumeli’deki yenilgilerden sonra İstanbul’a yönelen kitlesel göçün etkisiyle Sultan II. Abdülhamid’in İslami bir siyaset yolu izlemek gereğini hissetmiş olmasıdır. Benjamin Braude ve Bernard Lewis’e göre, İslamcı, halkçı harekete göre Osmanlı Müslümanları, Müslüman idaresi altında ve Müslüman tarzı bir yaşantının egemen olduğu topraklarda yaşamayı hak ediyorlardı. Geçmişte Osmanlı İmparatorluğunda millet terimi sadece gayri-Müslim cemaatler için kullanılmışken, Sultan II. Abdülhamid’in kendisi bile halife-sultan sıfatıyla artık Müslüman Osmanlılardan “benim milletim” diye söz ediyordu. Osmanlı toprakları Müslümanların bütün beklentilerinin karşılanacağı yer olarak görülüyordu. Böylelikle, çok dinli, çok etnik kimlikli Osmanlılık ideolojisi, Sultan II. Abdülhamid döneminden itibaren artık yerini kendi topraklarında yaşayan homojen bir Müslüman Osmanlı toplumu düşüncesine bıraktı.

Oysa 1866’da Lübnan’da kurulan 1920’de ise adı Suriye Protestan Koleji olarak değişecek okulda; bilimle, tıp, Arap tarihi ve edebiyatının araştırılması, Arap milli kimliği konusunda ciddi çalışmalar yapıldı ve pek çok öğrenci yetiştirildi. Aynı yıllarda ise II. Abdülhamit kendi Müslüman halkını birleştirmek ve yaklaşan yıkılışın şiddetli ayak seslerine karşı koyma aracı olarak Pan-İslamist ve merkeziyetçi bir politika uygulamaya başlamıştı. II. Abdülhamit devletin elinde kalan bölümünü bir arada tutmak için kurnazca yöntemler geliştiriyor; ajanlarıyla bütün siyasi faaliyetlerden haberdar oluyordu. Özellikle Meclis-i Meşayih reisliğine getirilen ve nihayet 1885’te ulema arasında en yüksek payelerden biri olan Rumeli Kazaskerliğine kadar yükseltilen Ebü’l Hüda, Suriye ve Irak’ın periferi bölgeleri öncelikli olmak üzere pek çok yerde Rifai zaviyeleri yani ibadethaneleri inşa ettirerek buraları Sultan’ın resmi ideolojisinin aktarıldığı merkezler haline dönüştürdü. Yine aynı siyaset doğrultusunda Araplara yönelik hazırlanan kitap ve risalelerin sayısı 1880-1908 yılları itibariyle 212’ye ulaşmıştı ve bunların büyük bir kısmı Kahire, Beyrut ve İstanbul’da yayınlanmıştır. Öte yandan İngilizlerin Arap hilafeti kurma planları karşısında kaleme aldığı broşürlerle yoğun bir propaganda yürütülmüştür. II. Abdülhamid’in en büyük endişelerinden biri alternatif bir Arap hilafetinin oluşturulmasıydı. Bu tehlikeye karşı ödün vererek; Arapların sayısı memuriyetlerde neredeyse iki katına çıkartılmış, Suriye içinde ve dışında Arap ve Anadolu coğrafyalarının yönetiminde istihdam edilen Arapların oranı 1839’dan önce sadece yüzde 11 iken, 1840-76 yılları arasında yüzde 12’ye; II. Abdülhamit’in hükümdarlığı dönemi boyunca ise Arap memurların oranı yüzde 23’e kadar artırılmıştı. Arap devletlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarında ve yeni devletlerin bürokrasilerinin kurulmasında eski Osmanlı mensupları aktif bir rol oynamıştır.

1908 seçimlerindeyse meşruti meclisin oluşturulması sırasında, Osmanlı Devletinin Arap unsurları 288 kişilik mecliste sadece 60 sandalye aldıklarında bu durumdan hiç hoşnut olamadılar. Çünkü 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nı kaybeden Osmanlı Devleti neredeyse Balkanlar’daki tüm topraklarını, buna bağlı olarak Hristiyan nüfusunun da büyük kısmını kaybetmişti. Ve Müslüman Araplar daha fazlasını hak ettiklerini düşünmüşlerdi. Ardından gelen İttihatçı çizginin hakim Türk Milliyetçiliği ideolojisi ise Türkler ve Araplar arasındaki duygusal bağları iyice koparttı. Arap vilayetlerinde uygulanan merkezileştirme politikası yönünde mahkemelerin ve eğitimin Türkçeleştirilmesi asimilasyon endişelerini artırdı. Türkleştirme politikaları nedeniyle; son demine kadar imparatorluğu kurtarmak için beraber çözümler arayan Müslüman Arap aydın ve liderleri arasındaki bir kesimde bile ayrılıkçı hareket ve düşüncelerin arttığı görülmüştür. Araplar aynı şekilde Fransızlaşmaya ve Fransız kültürünün asimilasyonuna karşı da aynı tepkileri vermişler; 1908 yılında Beyrut’ta yayınlanan La Question Sociale et Scolaire en Syrie adlı anonim bir broşürde, Arapların Fransızları sevdikleri, ancak bu sevginin kendilerini kaybettirecek ölçüde olamayacağı, kendi kültürlerini terk etmek istemedikleri belirtilmiştir. Ancak gözden kaçırılmamalıdır ki bu dönemde tüm bu tartışmalar belirli bir entelektüel çevrede yapılmaktaydı.

Bu arada başından beri yabancı ülkelerden bağımsızlık için destek arayan Mekke Emiri Şerif Hüseyin de aradığı fırsatı I. Dünya Savaşı sırasında bulmuştu.

Ezcümle bugünün dünyasında üzerinde yaşayan insanları, bitkileri, hayvanları; asırlardır yaratılmış ilmek ilmek kültürü yerle bir edilen; Avrupa’nın pek çok ülkesinden devşirilen ‘kaybedenler kulübü’ üyelerinin oluşturduğu ordularla yerle bir edilen bu acılı coğrafyaya en kısa zamanda tüm kalbimle barış diliyorum. Bu huzurun inşasında görev alan Mehmetçiğimize de tüm kalbimle dualar ediyorum.