Varşova doğumlu Holokost kurtulanı, yazar, aktivist Marek Halter’den bir alıntı ilişiyor gözüme. Kitapçının rafları arasında, kendime okuyacak bir şeyler ararken, elime geçen bir kitabın arka kapağındaki, kısa ancak anlamlı bir paragrafta şöyle demiş:
“Yirminci yüzyılın insanı toplama kampını yarattı, işkenceyi yeniden canlandırdı ve başkalarının felaketine gözlerini yummanın mümkün olabileceğini öbür insanlara öğretti…”
Arka kapak tanıtım yazısı devam ediyor…
“Belki de haklıdır; terk edilmiş çocuklar var, kıyıma uğrayan siviller, suçsuz yere hapse atılanlar, yalnız kalmış yaşlılar, sokaklarda sarhoşlar, iktidarda deliler…”
Bugünün dünyasını mı anlatıyor diye geçiyor aklımdan?… Topyekun savaşların yerini teröre bıraktığı, silahın ekonomi ile, teknoloji ile ikame edildiği, toplumların tüketim alışkanlıkları ile efsunlandığı bir dönem. Emperyalizmin, bir yüzyıl, ya da iki yüzyıl önceki gibi davranmadığı, ancak yine de kendisini yoğun bir şekilde hissettirdiği bir dönem. Tarihin öğrettiklerine sırtlarını döndükleri için, hayatı doğru okuyamayanların, bir gün vezir ertesi gün rezil olabilecekleri, tehlikeli, bol girdaplı bir zaman…
Her yüzyılın kendine özgü bir karakteri var.
On dokuzuncu yüzyılı üç sözcükle anlatmam gerekse, “aydınlanma, milliyetçilik, emek” sözcüklerini seçerdim, seçilebilecek yüzlercesinin içinden.
Yirminci yüzyılı üç sözcükle anlatmam gerekse, “lider, savaş, teknoloji” olarak kullanırdım hakkımı…
Peki ya yirmi birinci yüzyılın üç sözcüğü ne olurdu? Şu ana dek yaşanmış yaklaşık beşte birlik bölümünden çekeceğim kopya ile “terör, popülizm, bilişim” derdim.
Öte yandan, her yüzyılın değişmezi ise, devletler arası ilişkilerde hüküm süren çıkarlar ve bunların üzerine oturtulmuş oyunlar; zaten yukarıdaki anahtar kelimelerin çoğu, çıkar oyunlarının verdiği ilham ile, eleğin üzerinde kalanlar.
Büyük olsun küçük olsun, oynanan güç oyunlarının merkezi de, zamandan bağımsız olarak, değişmez: Yakındoğu! Bütün dünya devletlerinin, burası üzerinden söyleyecek, bir diğerine ispatlayacak bir şeyleri olmuştur yüzyıllar boyunca. Balkanlardan İndus ya da Ganj Nehrine dek uzanan bu kendine özgü coğrafya, nedense oyunun senaryolarına pek bir konu edilmiş, daimi sahnesi oluvermiştir.
Kitabın arka yüzündeki tespitler de adeta buraları fısıldıyor kulaklara… Elbette ki bilim genellemeleri sevmez ve her durumun bir normal şartı, bir de istisnaları vardır.
Bu arada, kitabın adını da vereyim: Paulo Coelho’nun Can Yayınlarından çıkmış ‘Işığın Savaşçısının Elkitabı’… Hem de 33. baskısı elimdeki!
Günümüzün curcuna yaşantısında herkesin kendisini özdeşleştirebileceği bir kişilik ‘Işığın Savaşçısı…’: terk edilmiş çocukların da, kıyıma uğramış sivillerin de, suçsuz yere hapse atılanların da, yalnız kalmış yaşlıların da, sokaklardaki sarhoşların da, hatta iktidardaki delilerin de…