Aldous Huxley’in ‘Cesur Yeni Dünya’ (ilk yayınlanma: 1932) ve George Orwell’in ‘1984’ (ilk yayınlanma: 1949) romanları en çok okunan distopik romanların başında yer alır. Geleceğe dönük ürkütücü tespitlerin yer aldığı bu iki başyapıttan ilki (Cesur Yeni Dünya) biyoteknoloji üzerine bazı öngörülerde bulunurken diğeri (1984) bilgi teknolojileri üzerine öngörülerde bulunur/bulunmuştur.
Amerikalı ünlü siyaset bilimci Francis Fukuyama’nın bu iki eser üzerine yaptığı bazı yorumlar oldukça dikkat çekicidir[1]. İnsanların ana rahminden değil kuluçka yöntemiyle yumurtadan çıkarılması; insanlara çabucak mutluluk sağlayan soma hapı; duyu simülasyonları aracıyla duyusal filmler; davranışların değiştirilmesini sağlayan hormon ilaçları… Cesur Yeni Dünya, geleceğin dünyasını böyle tanımlar.
Bu atmosfer biyoteknolojinin gelebileceği noktaları görmemizi sağlarken Foucault’nun deyimiyle ‘güvenlik toplumları’nın[2] nasıl evrileceğine dair de bize fikirler verir. Geleceğe dair bu tür bir atmosferin bizi ürkütmesinin, distopik olarak değerlendirmemizin kökeninde ne yatmaktadır? Huxley, acı çekmeyen, kederlenmeyen, hastalanmayan insanların olduğu bir gelecekten bahsederken alışık olduğumuz ‘insan’ denilen şeyin gelecekte olmadığını söyler. Fukuyama haklı olarak şu soruyu yöneltir: “Huxley’in tanımladığı şekliyle, geleneksel anlamda insan olmak neden önemlidir? Sonuçta insan ırkı bugün, milyonlarca yıldır sürmekte olan ve büyük olasılıkla geleceğe uzanacak olan evrimsel bir sürecin ürünüdür.”
İnsan doğası, insan onuru gibi konularda biyoteknoloji üzerinden Fukuyama’nın yönelttiği bu soru önümüzdeki on yıllarda epeyce gündeme geleceğe benziyor (ki tartışılması elzem konular arasında gördüğümü belirtmeliyim).
George Orwell’in 1984 romanı içinse Fukuyama kabaca şunları söyler: İnternete bağlanan kişisel bilgisayar Orwell’in tele ekranı değildir. Teknoloji üzerinden merkezileşme beklentisinin tam tersine, bilgiye erişim olanağı, merkeziyetçiliğin yitirilmesidir. Hükümetler etkinlikleri hakkında bilgi vermek zorunda kaldıkça, herkesi izleyen Büyük Birader yerine, insanlar Büyük Birader’i izlemek için PC ve interneti kullanabilir hale gelmişlerdir.
Büyük Birader’in izlenmesi olanağı olarak internetin zaman zaman (bu olanağın sağladığı güçten korkan hükümetlerce) kesintiye uğradığı, bazı erişim yasaklarının (bu yasakları aşmanın zor olmadığı malum) devreye girdiği gerçeğini bir tarafa koyarak ‘izlenme’ durumunun yarattığı ‘hiper-gerçeklik’ başlı başına üzerinde düşünmeye değer bir konudur.
Konuyu bir örnekle açıklamaya çalışacağım. Suriye’ye dönük Barış Harekâtı başladığı an itibarıyla ‘izlenme’ gerçeğinin yarattığı gerilimle hükümet ve muhalefet cephesinden tanıdığımız hemen hemen her isim Twitter üzerinden (diğer sosyal medya mecralarından da elbette) görüş bildirdiler. Görüş bildirme eğilimi yalnızca siyaset edenleri (Büyük Birader) değil, sıradan vatandaşları da (sanatçı, öğretmen, doktor, memur, işçi, öğrenci vb.) kapsıyordu.
Totalde herkesin herkese görüş bildirdiği bir mecra olarak Twitter’da en dikkate değer olan şey ise, yaygın olarak Mehmetçiklerimiz için dua tweet’lerinin atılmasıydı. Askerlerimiz için dua ediyor olmamız son derece değerli, fakat Tanrı’ya sesleniş olarak duanın neden Twitter’da yapıldığı ve hatta dua tweet’inin ilişiğine kendi fotoğrafımızı neden koyduğumuz üzerine düşünmek gerekir. Tanrı’nın dua tweet’imizi ‘like’ etmeyeceği gerçeğini kabul edersek Kutsal’a gönderme yaparak böyle bir konuda kimlerden, neden ‘like’ bekliyoruz? Büyük Birader kim, bizi kimler izliyor? Soruyu şu şekilde de soralım; Twitter’da herkesin bizi izlediğini –ki dua edildiğine göre buna Tanrı da dâhil– düşünmemize neden olan nedir?
Bu soruya Jean Baudrillard ‘Hiper-Gerçeklik’ yanıtını verecektir[3]. Gerçekliğin, gerçek olanı aşarak, çoğaltılarak simüle edilmesi. Simülasyona, başta kendimize atfettiğimiz aşırı önem dâhil olsa gerek.
Baudrillard’a göre modern insan televizyon ekranından bir savaşı herhangi bir tuvalet kâğıdı reklamı izler gibi izler, her iki görüntüye de duyarlılığı aynı ölçüdedir. Savaş o coğrafyada devam ediyor olsa da modern insan için televizyonu kapattığında bitmiştir, bu bir simülasyondur.
Son zamanlarda dönüp dönüp izlediğim bir video var; Gilles Deleuze’ün “kontrol toplumu, sanat ve direnme eylemi arasındaki ilişki” üzerine yaptığı bir konuşma[4]. Deleuze, Foucault’un bilgi-iktidar ilişkisi üzerine yaptığı derinlikli analizi hatırlatarak dolaşımdaki bilginin iktidarı inşa ettiğini söyler ve şöyle der: “İnanmak zorunda değilizdir, inanıyor gibi yapmamız istenir. Yani bizden inanmamız değil, inanıyormuşuz gibi yapmamız istenir.”
Orwell’in 1984 romanındaki tele ekran bugün PC, akıllı telefon ve internet olarak hayatımızda. Fukuyama, internetin merkezileşmeyi etkisiz hale getirdiğini söylerken bence yanılıyor, en azından bütünüyle etkisiz olduğunu söylememiz mümkün değil. İktidarı inşa eden bilgiyi Büyük Birader’in merkezden çevreye genişletmesi ile hep birlikte kuruyoruz; üzülmüyoruz; üzüldüm tweet’i atıyoruz, özlemiyoruz; özledim tweet’i atıyoruz, kızmıyoruz; kızdım tweet’i atıyoruz, dua etmiyoruz; dua ettim tweet’i atıyoruz!
Delueze’ün dediği gibi; bizden inanmamız değil, inanıyormuş gibi yapmamız isteriz…
[1] Francis Fukuyama, İnsan Ötesi Geleceğimiz, Çeviren: Çiğdem Aksoy Fromm, ODTÜ Yayıncılık.
[2] Michel Foucault, Güvenlik, Toprak, Nüfus, Çeviren: Ferhat Taylan, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
[3] Jean Baudrillard, Simülarklar ve Simülasyon, Çeviren: Oğuz Adanır, Doğu Batı Yayınları.
[4] Gilles Deleuze konuşması: https://www.youtube.com/watch?v=JgMOjjOdNmU