Hayatımızda her ikisinin de yeri elbette farklıdır, ancak yaşlandıkça anılarımızın birer hikâyeye dönüştüğünü görüyorum. Eski arkadaşlarla bir araya geldiğimizde, ortak ya da bireysel anılarımızı anlatırken, onlara yeni renkler, farklı tatlar, daha zengin anlamlar yüklüyoruz. Uzun yıllar önce geçmiş, içinde bir kahramanı olarak yer almış olaylara kimi düşlemler de ekliyoruz, gerçekleşmemiş özlemler de… Kısacası, yaşadığımız ya da başkalarından dinlediğimiz anıları çoğu kez yeniden kurguluyoruz. Bu, belleğimizin zaman içinde bize oynadığı bir oyunu da olabiliyor, bilinçli bir anlatımla yaşanmış olayları da değiştirebiliyoruz. Anılarımızı, kendi duygu ve düşüncelerimizle zenginleştirerek öyküleştiriyoruz bir bakıma…
Hikâyelerin yaşantımızın her anında ve her alanında yer aldıklarını biliyoruz. Onlar bizi hayata bağlıyor, insanlarla iletişimimizi güçlendiriyor, kendimizi ifade etmek için onların diline ve iletisine sığınıyoruz. Bir işe mi girmek, bir ürün mü pazarlamak, bir söyleşiyi mi başlatmak, bir girişimin nedenini mi anlatmak, bir inancı mı benimsetmek istiyoruz?.. Hayatın içinde aklımıza ne geliyorsa, iletimizi güçlendirmek, kendimizi anlatmak, bir işi başarmak için anlatacak bir hikâyemiz mutlaka olmalıdır.
Dostoyevski’nin Beyaz Geceler romanında şu söyleşi geçiyor:
“-Hadi, başlayın, anlatın hikâyenizi.
-Hikâyeyi! Ama size kim söyledi benim bir hikâyem olduğunu? Benim bir hikâyem yok.
-Bir hikâyeniz yoksa nasıl yaşıyorsunuz?
-Tamamen hikâyesiz. Yani, bizde dendiği gibi bir başıma yaşadım, yani tamamen yalnız.”
Yazar bu kısa söyleşi içinde, insanın bir hikâyesi yoksa nasıl yaşayabildiğini soruyor. Anılar, yaşanmışlıklar, düşlemler, duygu ve düşünceler… Bunları bir araya getirip kurguladığımızda, kendi hayat öykümüzü de anlatmış oluyoruz. İçinde başarısızlıkların, başarıların, deneyimlerin, hayal kırıklıklarının, acıların, mutluluk ya da mutsuzlukların yer aldığı… Yaşadığımız zamanı, geçmişimizi ve gelecekle ilgili öngörülerimizi barındıran öyküler… Söylemek istediklerimizi bu öyküler aracılığıyla duyumsatıyor, dinleyicilerin bunlarla özdeşleşmelerini sağlıyoruz.
Jean-Paul Sartre’ın şu sözlerini de araya sıkıştıralım:
“Bir insan her zaman hikâye anlatıcısıdır ve başkalarının hikâyeleriyle çevrili yaşar; başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır.”
Bir topluluğun üyesi olduğumuz sürece her zaman içinde yer aldığımız hikâyelerin farklı karakterleri olacaktır. Elbette ki her şeyi onlarla görecek, onlarla duyacak, onlarla duyumsayacağız.
Şairi bilinmeyen şu şiiri paylaşmak istiyorum:
“Üç adam yürüyordu yolda / O yürürken yol boyu: / Olduğu adam, / Arkadaşlarının gördüğü adam / Olmak istediği adam”
Anılarımızın birer hikâyeye dönüşmesi gibi…