Bir din adamının reform arayışı...
Kanalın üzerinde sabah oluyordu. İş hayatının önlenemez telaşının uğultusunun albatrosların hızla kanat çırpma seslerine karışmasına henüz çok vardı. Daha borsa bile cesaret edememişti çığlıkları ve haykırışları ile gökyüzünün ancak mavileşmiş rengini karatmaya.
Duanın, ilahinin, kilisenin çanının bile büyüleyici tınısı duyulmuyordu henüz.
Bento uyanmıştı. Penceresinden kanala ve altından sükûnet içinde akan bulanık suya bakıyordu. Hayvanların bu saatte şaşkınlıkla şafağı incelediklerini düşündü. Sessiz kalırdı tümü o anda. Karanlığın yerini kızıla bırakmasına hayretle bakarlardı.
İnsanların ise vakti yoktu artık buna şaşırmaya. Zenginleşmenin büyüsünde yitip gidiyordu varlık artık.
Fısıltılar yükseldi aşağıdan. Kapıyı vuran kısık sesle kendisini soruyordu galiba. Ev sahibi kadın yabancıyı bırakıp yukarı çıktı. Yanına geldi. Büyük sinagogdan bir din adamıydı gelen. Kendisini görmek istiyordu.
Biraz evvel kızıla dönen evren kadar şaşırtıcı idi bu Bento için. Onu bu gök kubbe altında yaşatmak istemeyenler kutsal adına yapmamışlar mıydı bu işi? Sabahın bu saatinde oradan geldiğini söyleyen niye gelmiş olabilirdi ki? Ne isteyecekti kendisinden.
Halkı adına özür dilemeye gelmiş olamazdı. Kutsal adına konuştuğunu ileri sürenin yanılmış olması mümkün olamazdı çünkü. Kuşkusu olamazdı kendi yaptığının doğruluğundan.
Gölgenin halkı gölgesinden sıyrılmaya mı niyetlenmişti acaba?
Kapısına gelen birini geri çevirmeyecekti Bento.
İki din adamı
Yabancı yukarı çıktı. Kendini tanıttı: Menaşe Ben İsrael’di gelen. Kısaca “Menaşe” diyebilirsiniz bana, dedi sırtı dönük duran genç adama.
Duymuştu bu ismi Bento daha önceden. Sinagogun ıslak duvarlarından diğer bir din adamı ile, Rav Morteira ile birlikte yankılanacaktı ismi belleğinde.
Rüzgâr tümden durmuştu dışarıda. Yaprakları rahat bırakmaya karar vermişti. Sürüklenmiyorlardı artık oradan oraya. Sürüklenen halktı. Kutsal adına korkutulan halk, din adamının korkuttuğu halk.
Ya Menaşe, doğrusu hiç tanık olunmamıştı çatık kaşlarla kimseyi korkutmasına.
Pembemsi bulutlar, kucakladı küçük odayı.
İki adam birbirlerinin yüzüne bakamadan öylesine duruyorlardı.
Menaşe hissetmiş miydi?
Bento ile başlayacak olan, insanın büyük dönüşümünü izlemeye gelmişti belki de.
Kral David’in soyundan geldiği söylenecekti Menaşe‘nin ama buna rağmen dışlanacaktı sinagogdan.
Dışlanmış olanın efsanesi aynen Spinoza veya Rembrandt gibi ufukta büyüyecekti.
Bu yüzden Rembrandt, portrelerinde ebedileştirilecekti bu heretik din adamını.
Bento sessizce süzdü Rav’ı. Hatırlayacaktı sonunda. Karşısında oturan ak sakallı adam, katı dinsel yorumları dönüştürmek istiyordu. Aklın esas olduğunu ileri sürüyordu. Dinselin dogmatik, keskin ve sert söylemlerini akıl dışı buluyordu. Reform talep ediyordu dinde. Daha sonra Spinoza’nın “Herem”inde yer alacak olan Rav Morteira’nın tam karşısında yer alacaktı her zaman. O Morteira ki Spinoza’yı toplumundan dışlayarak cezalandırmaya çalışacaktı.
Ama işte donmuş bir Yahudiliği savunan bu Rav istemeden de olsa filozofu insanlığa hediye edecekti.
Menaşe’nin tüm insanlığı kapsayan mesihçi dünya görüşünü reddedecekti Morteira. Menaşe’ye göre ise tüm insanlar için büyük kurtarıcının dönüşüne inanmak yeterliydi.
Belki de bundan dolayı Amsterdam sokaklarında ve ünlü matbaasının önünde rastladığı Hristiyanlar büyük saygı duyarlardı kendisine. Avrupalı entelektüellerin buluşma noktası yapmıştı burayı Menaşe.
Yıldızlar donmuş gökyüzünde tek tek uzaklaşıyorlardı. Aynı yerde durmuyorlardı zamanın sonsuzluğunda. Yahudiliğin değişmezliğini öne süren Morteira ise kendisini yokluğa sürüklemek istiyordu.
Özgürlüğe sonuna kadar karşıydı bu din adamı. Menaşe’nin temel ilkesine, aklın rehberliğine de sonuna kadar karşıydı.
Akıl ve özgürlük
Ama akıl nasıl dışlanabilir ki diye düşünecekti Bento. Akıl, tabiatın bizzat içinde oluşmamış mıydı? Tabiat kendine ait olanı dışlamazdı, gelişimini kısıtlamazdı; daha doğrusu kısıtlayamazdı. Tanrı özgür değil miydi? Tanım icabı kendisi olanı, aklı özgürleştirmek istemeyecek miydi o da? Akıl ile özgürlük birbirlerinin tamamlamalıydılar çünkü. Biri olmazsa diğeri de olamazdı ki.
Pencere önünde bir albatros belirdi. Hızla uzaklaştı. Anladı Bento, dışlanan ufku göstermeye aday olabilirdi. Rembrandt’dan öğrenmişti bunu. O da bir dışlanandı. Amsterdam’ın muhafazakâr burjuvazisi dışlamıştı onu. O ise insanlığı sırtına alıp ufka taşıyacaktı. Ölümden döndüğü gün ressam kulağına fısıldayacaktı. Diyecekti ki ona: “hadi Bento, ufukta seni bekliyor yani insan.”
Amsterdam dışlananlarla büyüyecekti. Onların aklıyla ve aklın sezgisi ile büyüyecekti.
Tıpkı insanlık gibi.
Uriel de Costa yaşıyor muydu?
Sessizce oturmaya devam eden böğrü sarılı gencecik adama baktı Menaşe. Uriel de Costa’yı düşündü bu arada. Her nedense onun kaderi ayakta zor duran bu genci hatırlatacaktı kendisine.
Uriel de Costa, Menaşe ve nihayet çelik iradeli bu insan. Öbür tarafta akla ve özgürlüğe düşman Morteira ve onun izindeki “muhafazakâr sinagog Yahudiliği.”
Yahudilik dönüşmeliydi, dönüşecekti. İnsanlığın bu büyük ufkunda, modern zamanların başında, insanlıkla beraber yürümeliydi.
Bento gecenin karanlığının tümden çekilmesini izlerken düşünecekti aynı şeyi. Gece, ufukta kaybolurken hangi yazgıyı takip ediyordu,
Akıl bu dönüşümün neresindeydi?
Hatırladı ki Bento, Menaşe Helen uygarlığına açık bir Yahudiliği övdüğü için de dışlanmak istemişti sinagogdan. Muhafazakârlık dogmayı gerçeğe tercih edecekti. Onun için, olmamış kahramanlık öyküleriyle, yalanla örecekti tarihi.
Ama kader yalanla dönüştürülemezdi.
Tarih de salt efsane olamazdı.
Efsanenin aklı reddetmesi, insanın efsunlanması anlamına gelirdi çünkü.
Baskı ise özgürlüğü yok ettiğinde, aklın büyümesini engelleyebileceğini sezinliyordu.
Sessizce albatrosların kanatlarının gölgesinde konuşmaya başlamışlardı iki adam. Söyleşiyi bozan veya kim bilir bütünleyen sadece uzaktaki borsa okyanusunun ihtiraslı dalgalarıydı.
***
Uriel de Costa belirdi mi odada. Tabancayı aldı eline, ağzının içine soktu ve bekledi.
Güneş yükselmekten vazgeçecekti. Menaşe de Spinoza da odanın içinde olacakları biliyorlardı.
Kader miydi olacak olan.
Çehov çok daha sonra sanki bu sahneyi düşünerek söyleyecekti sanki; “tabanca varsa patlayacaktır.”
Costa, Yahudiliğe bir “Marran” olarak kendi isteği ile dönmemiş miydi? Ama sonra Tevrat’ın kendisi ile onun sözlü yorumlarının, mesela Talmud’un, çeliştiğini ileri sürdüğünde ayrılacaktı din adamlarının yolundan
Bir akıl dini önerecekti sonunda.
Tabanca patlamalıydı. Spinoza’ya yolu açacak olanın odadan çekilmesi gerekecekti.
De Costa baskıya dayanamayacaktı. Çehov haklıydı. Tabancayı ağzına dayadı De Costa.
***
Albatros geldi, tuhaf bir şekilde pencerenin önünde durdu. Spinoza’ya yolu gösteriyordu sanki.
Devam edecek