30 Kasım 1925’te kabul edilen bir yasayla tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı; türbedarlıklar ile şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik vb. birtakım unvanlar kaldırıldı. Ancak asırlarca süregelmiş adeta kurumsallaşmış bu yapılar 1925’e gelindiğinde neredeyse tümüyle yozlaşmış, içi boşalmış, kuruluş felsefesinden uzaklaşmış ve kendi kendisini sabote eder hale gelmişti.
Toplum yeni bir enerjiye, yeni bir atılıma gereksinim gösteriyor; çağdaş yaşam, insanları çalışmaya, bu çalışmanın yaşarken ödülünü almaya çağırıyordu. Türbeler ise türbedarlar eliyle ölmüş kişilerin manevî varlığından çıkar sağlamaya çalışılan, çalışmaksızın onlardan medet umulan odaklar haline getirilmişti. Ayrıca tekke ve zaviyelerin başında bulunanlar siyasal amaçlarla ve çoğu kez dini siyasete âlet ederek masum vatandaşları suça yöneltiyorlardı.
Oysa başlangıçta böyle miydi? Yani Osmanlı Devletinin kuruluş aşamalarından itibaren ne kadar büyük amaçlara hizmet edilmişti. ‘Halk İslamı’nın geleneksel yuvaları sayılan tekkeler ve onlara bağlı olan dervişler, tarih boyunca alt sınıflar ve seçkinler arasındaki bağı hep sıcak tuttular, İstanbul’un büyük medreselerine gidemeyenlere taşrada bulunan paralel eğitim kurumları sayesinde yardım ve önderlik ettiler. Ayrıca İslam’ı yaymayı amaçlayan sufi ve ahi Türk dervişlerinin Selçuklu İmparatorluğunun kuruluşundan itibaren Anadolu topraklarına akışları ve bu mistik gücün, sükûnet ve zarafetle Anadolu insanını kuşatışı, ele geçirilen topraklarda İslamiyet’in; yani homojen bir inanışın yaygınlaşması yönetici sınıfın pek tabiidir ki fazlasıyla işine gelmiştir. Bu durumun bir başka nedeni de bu coğrafyada yaşayan çeşitli insanların eski geleneklerinden getirdikleri, kuşaktan kuşağa aktarılan, yaptırım gücü olan örfleridir.
Anadolu Selçuklu İmparatorluğu döneminde, yeni fethedilen hemen her yerde bir zaviye ve tekke açılmakta, halka İslamiyet’i tebliğ ve irşâd vazifesi buralardan yapılmaktaydı. Orta Asya’dan göç eden Türkler, İslamiyet’i tasavvuf kanalıyla; yani İran din ve medeniyeti üzerinden öğrendiler, benimsediler ve kabullendiler. Hazreti Muhammed’in kimliği, tek (Gök) tanrı inancı, veli kültü ve dervişlerin Şamanlarınkine benzeyen kerametleri, Türkmen Babaları tarafından anlatılan çeşitli menkıbeler yani mucizevi olaylarla dolu hikâyeler de Türklerin İslamiyet’i kabul etmesinde büyük rol oynamıştır.
On birinci yüzyıldan sonra Anadolu’ya yerleşmeye başlayan Oğuz boyları, on üçüncü yüzyıldan sonra Moğol istilalarından kaçarak Anadolu’ya gelen Horasan erenleri ve Selçuklu devlet ricalinin sosyal, kültürel ve dinsel anlayışlarına İslamiyet çok cazip gelmişti. Böylece, onlara tanınan imtiyazlar sayesinde Anadolu’ya yerleşerek, çeşitli tekke ve zaviyeler kurdular.
Osmanlı İmparatorluğunda yaşanmış olan büyük ölçekli kitlesel ihtidalar, Osmanlıların Balkanlar’a yerleşmesinden hemen sonra, daha çok on beşinci yüzyılda Balkanlar’da gerçekleşmiş ve izleyen yüzyıllarda da hızla devam etmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş döneminde, Batı Anadolu’da Hacı Bektaş ve onun takipçileri de vardı. Hıristiyan halkı ihtida ettirmede kesin ve yoğun bir rol oynamışlardır. Aynı şekilde, Balkanlar’ın İslamlaştırılması sürecinde bu heterodoks dervişler grubunun payı yadsınamayacak kadar büyüktür.
Diyar-ı Rum’un yani bugünkü bilgimizle Anadolu’nun terk edilmiş ya da zamanla yıkıntı haline gelmiş kilise ve manastırlarının yerlerini, onların üstüne veya hemen yakınlarına yapılan tekkeler ve zaviyeler almaya başlar. Hıristiyanlığın aziz kültü de yerini Orta Asya menşeli Türk velisine bırakacaktır. Sadece isimleri ve giysileri değişiktir, ama İslam mutasavvıfları ile Hıristiyan azizleri arasında çok büyük ortaklıklar bulunur. Örneğin, Anadolu coğrafyasında Hıristiyan aziz de, Müslüman ermiş de, “ölmeden önce ölmek” adına önce kendi “nefsini öldürmeye” gayret eder. Aç ve susuz kalarak ve bütün doğal gereksinim ve eğilimlerini yok ederek veya bastırarak, böylece yalnızca tanrıyı düşünecek bir varlık haline gelmeye çalışırlar. Anadolu’da kök salmış olan bütün tarikatlar çile denilen içe kapanış dönemlerinde, “bir lokma, bir hırka” felsefesi içerisinde yaşayan müridlere sahiptir. Bütün bu kendinden arınma uygulamalarının sonucunda, müridin giderek “kâmil olma” seviyesine erişeceğine ve böylece tanrısal gücün o kişide nesnelleşeceğine inanılır.
Zamanlar geçer, insanlar değişir, büyük niyetlerle kurulan yapılar; zamanın acımasız yıkımı karşısında değişemeyebilir, evrilemeyebilir. Devrini tamamlayan işlerin ardından yenilerini toplumlar getirecek, hazırlıklar yapılacaktır. İşte bu sonun başlangıcı demektir. Bugünün dünyasında kimilerinin acımasızca eleştirdikleri bazı değişikliklerin aslında yapıların kendi kendilerini yok etmesi sürecinden başka bir şey olmadığı iddiamı tekrarlamaktan kendimi alamayacağım…