Öteden beri Türkiye’nin nereye ait olup olmadığı tartışılır. Asyalı değiliz. Avrupalıyız desek Avrupa kabul etmiyor. Ancak bunun faydalı bir tarafı da var elbet.
Öteden beri Türkiye’nin nereye ait olup olmadığı tartışılır. Asyalı değiliz. Avrupalıyız desek Avrupa kabul etmiyor. Ancak bunun faydalı bir tarafı da var elbet.
Bu faydayı anlatmadan önce şu anki küresel şartları bir özetleyeyim: Çin’den İngiltere’ye kadar her yerde ekonominin yavaşlamasıyla ilgili endişeler artıyor. ABD’nin sürekli olarak ticaret savaşları konusunda dünyayı tenakuzda bırakan açıklamaları, belirsizliği artırırken başta Güneydoğu Asya olmak üzere gelişen ülkelerin paraları dolara karşı istikrarsız bir duruş sergiliyorlar.
Hong Kong’daki huzursuzluğun bir türlü çözülememiş olması da endişeleri artıran bir başka unsur. Derinleşen sosyal huzursuzluk sebebiyle yabancı yatırımcıların Hong Kong’dan başka bölgelere gitmek istediğini gözlüyorum. Giderek Singapur’un ağırlığını artırması söz konusu olabilir. Ancak, Singapur’daki rejimin demokrasiyle pek alakalı olmaması da bir başka konu. Özetle özgürlükçü bölgelerde meydana gelen olumsuzluklar, demokrasiden uzak rejimlere güç kazandırmaya başlıyor diyebiliriz.
Ortadoğu, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya tarih boyunca sürekli istikrarsızlığın merkezleri olarak öne çıkarken, Azerbaycan-Ermenistan, Pakistan-Hindistan, İsrail-Suriye, Filistin-İsrail ve nihayetinde Rusya ve Ukrayna arasındaki toprak bütünlüğü üzerine süregelen çatışmalar hâlâ sıcaklığını korumakta.
Türkiye’nin bu sorunlarla ilgili sunacağı bir çok çözüm önerisi olabilir. Çünkü hiç yere ait olmaması ve herhangi bir grubun menfaatini temsil etmemesi, ona bu avantajı veriyor.
Ancak, belki de en çok çalışması ve sayısının artırılması gereken dışişleri personelinin ne Türkiye ne de bölge sorunları için politika üretemediği de görülüyor. Açıkçası Türkiye hiçbir zaman çatışmalardan fayda sağlamamış, aksine gerginlikten zarar görmüş bir ülke.
David Passig, ‘2050’ adlı kitabında Türklere çok önemli rol biçmiş:
“Türklerin tarihini öğrendikçe hem bilinen hem de gizli kalmış yanları beni büyüledi. Bu nedenle bu kültürün geleceğini de incelemem doğaldı. Daha derine indikçe, Ortadoğu’da birçok ülkenin kaderinin de Türkiye’nin kaderine ve merhametine bağlı olduğunu gördüm. Türkiye’yi saran ve içinde gelişen eğilimleri inceledikçe, Türkiye’nin 21. yüzyıl tarihinin, kültüründe önemli bir yer tutacağını anladım...Türkiye’nin önümüzdeki on yıl içinde karşılaşacağı en büyük zorluk, bölge ve dünya tarihindeki yerini anlamak ve bunun getirdiği anlayışı benimsemektir...”
Buradan hareketle Türkiye’nin bölgede mutlaka caydırıcı/uzlaştırıcı bir duruş sergilemesi gerektiği ortaya çıkıyor. Bunun için ekonomik bağımlılıklarını ticaret ortağı olan ülkeleri küstürmeden makul bir seviyeye indirmesi, modernize edilmiş eğitimli bir orduya sahip olması ve olmazsa olmaz şekilde yüksek teknoloji üretmesi gerekiyor. Bunu da ancak insan kaynağının kalitesini yükselterek yapabilir. Ayrıca kaynaklarını rasyonel ve ahlaklı şekilde kullandırması gerekiyor. Kaynakların adaletli, eşitlikçi, etkin ve doğru şekilde kullanılması hem ulusal hem de uluslararası güveni artıracak bir gelişme olacaktır.
Türkiye, tarafların arasından kendine taraf seçmek yerine, tarafların arasında uzlaşma sağlayan ülke olmanın önemini henüz kavramış gözükmüyor. Kavradığı an, kimlik sorununu da çözecektir.