Makroekonomik öngörülerde bulunmak için TV programlarına çıkan analistlerin ilk cümleleri genellikle ABD Merkez Bankası Fed’in ne yaptığı ile ilgili oluyor. İkinci cümlede ise, Çin’deki verilere ve Çin merkez hükümetinin Çin ekonomisindeki soğuma ile ilgili attıkları stratejik adımlara yer veriliyor. Üçüncü cümlede bir şekilde konu Ticaret Savaşları’na geliyor. Küresel ekonomi sahnesindeki iki Sumo güreşçisinin bu yeni oyununu birlikte değerlendirelim:
Bir tarafta trilyonlarca dolar borcu bulunan, sürekli bütçe ve dış ticaret açığı veren, dünyayı dolar-kolik yapıp sonra da bunları sıfır faizlerle borçlanabilen, halkına tasarruflarının elverdiğinden daha yüksek bir refah yaşatabilen, II. Dünya Savaşı’ndan sonra kendi ekonomik modelinin, Soğuk Savaş yıllarından sonra da kendi demokratik geleneğinin kalkınmanın alternatifsiz anahtarı olduğuna inanılan ABD.
Diğer tarafta, tamamen farklı bir patikadan geçerek tarihte eşine rastlanmadık bir ölçek ve hızda vatandaşlarını yoksulluktan refaha taşıyabilmiş, trilyonlarca dolarlık rezervlere sahip, teknolojide öncülüğe oynayan, ekonomik gücünü giderek hissedilen bir şekilde askeri güce tahvil etmeye başlamış bir dev. Dünya Bankası’nın resmi istatistiklerine göre, 1981 yılında Çin nüfusunun yüzde 88’i yoksulluk içerisinde iken, 2015 itibarı ile bu oran yüzde 1’in altına düşmüş. 1985 ile 2000 yılları arasında ülkede 500 milyon kişi elektriğe kavuşmuş. Çin, kapitalizm sayesinde devasa nüfusunu müthiş bir hızla yoksulluktan çıkarmayı başarıyor. Artık Çin’de çok önemli boyutta bir orta sınıf var. Çin’de biriken sermaye ile büyük Çin şirketleri dünyanın her yerinde büyük yatırımlar yapıyor. Özellikle Afrika’da en büyük yatırımların Çinliler tarafından yapılmakta olduğuna şahit oluyoruz. Mao’nun ekonomik modelinden uzaklaşıp kapitalist sisteme yaklaştıkça Çin halkının refahının arttırmaya devam ettiği net olarak görülebiliyor.
İkisi de kapitalist serbest pazar ekonomisinin kurallarını uyguluyor; ama bambaşka hayat görüşlerine sahipler. Hangi model kazanacak? Çin’de uygulanmakta olan, merkezi planlamaya dayalı, sendikaların olmadığı, bireysel özgürlükleri baskılamaya devam eden şekli mi yoksa, büyük kitlelerini önce tüketici haline getirip sonra onları hayat boyu sürecek bir borç sarmalına iteleyen ama halen inanılmaz dinamik şekilde gelişen Batı modeli mi?
Batı’da sağcı popülist akımların yükselmesi bize neo-liberal kapitalizmin bazı şeyleri çözemediğini gösteriyor. Türkiye’nin de dahil olduğu birçok demokratik toplumda uygulanan Batı stili kapitalizmin geniş kesimleri mutlu edemediğini ve daha korumacı, daha milliyetçi akımların güç kazandığını görebiliyoruz. En tehlikelisi, Çin örneğine bakarak daha merkeziyetçi bir ekonomik modelin daha başarılı olduğuna dair fikirlerin güç kazanıyor olması. Her iki model de serbest pazar kurgusuna dayansa da bireyin özgürlük alanı açısından birbirlerinden çok farklılar. Birinde bireyler yöneticilerini seçerek kendi kaderlerini belirlerken diğerinde toplumun âli menfaatlerine parti devleti tarafından karar veriliyor.
Kapitalist sistem demokratik olmayan ve merkezi yönetimi güçlü olan toplumlarda daha mı etkin çalışmaktadır? Az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin Çin’in yapabildiği gibi hızla yoksulluktan çıkabilmek için yüzlerini Çin’e mi dönmeleri gerekir?
80’li yıllarda Çin belki bugünkü fakir Afrika ülkelerine nazaran daha da büyük yoksulluk içinde idi. O tarihteki merkezi hükümet seçimle gelip seçimle gidiyor olsa idi, kısa vadeli düşünebilir ve borçlanmak sureti ile bu dev pazarı çok uluslu şirketlerin oyun alanı haline getirebilirdi. Öyle yapmadı. 30-40 senelik bir plan uyguladı. Üretime odaklandı. Batı ekonomilerini hedefledi. İnsanlar yemedi içmedi, makine tezgâhlarının üzerinde uyudu, bir gelir sahibi olabilmek adına emeklerinin hakkından azına razı oldular. Koca bir nesil kardeşsiz büyüdü. Yüz milyonlarca işçi ailelerini köylerinde bırakarak tek başlarına büyük şehirlerde yaşam mücadelesi verdiler. Kısacası, ekonomik seferberlik adına esir gibi çalıştılar; şimdi ise Çin merkezi hükümeti de bu sayede biriken ekonomik ve politik gücünü devam ettirebilmek için halkını baskı altında tutmaya devam ediyor.
Çin’in ekonomik başarısının altında merkezi hükümet kararlarının 30-40 yıllık vizyonla uygulanması kadar Çin halkının yoksulluktan çıkmak için seferberlik halinde sarf ettikleri özveri de yatıyor.
Bugün gelinen noktada, ticaret savaşları oyununun aslında çok derinlere dokunduğunu görmek gerekiyor. Kısa vadeli politikalar ve gümrük duvarları ile geçiştirilebilecek bir durum gibi durmuyor.
Belki Çin toplumu zenginleştikçe ve Batı’nın tüketim alışkanlıklarına doğru kaydıkça bu zıtlıklar azalacak. Belki tam tersine, Hong Kong ve Tayvan örneklerinde olduğu gibi, demokrasi ile birlikte yürütülebilen kapitalist sistemin başarıları, merkez hükümeti daha da baskıcı olmaya yöneltecek.
Sumo güreşçilerinin giriştikleri ticaret savaşları, ekonomik güçlerin olduğu kadar karşıt ideolojilerin arasında geçen mücadele olarak dünya ekonomisini etkilemeye devam edecek.