Aşk ölümü yener

Tülay GÜRLER KURTULUŞ Köşe Yazısı
4 Aralık 2019 Çarşamba

1999 yapımı bir filmi, tam yirmi sene sonra izledim. Filmin ana karakterlerinden en önemlisi Parrish’i Antony Hopkins canlandırmış. Şahane bir ustalık, nefis bir yaratma gücü…Diğeri de meşhur Brat Pitt. İlk rollerinden biri sanırım çünkü çok genç. Nefis bir filmmiş. Ama bu nefaset, ne oyuncularından ne de yönetmenden kaynaklı. Bu Aenfes tad, senaristin başarısı bana göre. Nefis bir yaratma gücü, bambaşka bir bakış açısıyla hayat üsütünde yeniden, yeniden düşünmek zorunda bırakıyor insanı.

Ben bu filmi nasıl oldu da izlemedim, diye kendi kendime soraraken filmle ilgili biraz araştırma da yaptım. Filmin tanıtımı için yazılmış da şöyle bir yazı buldum:  “William Parrish 60’lı yaşlarında bir çok zengin bir adamdır. Çağının en önemli medya patronlarından bir tanesidir. Parrish, şirketinin geleceğiyle ilgili çok önemli bir kararın kıyısındadır. Verilecek karar şirket için bir dönüm noktası olacaktır. Parrish, bir gün bir anda kafasının içinde tuhaf seslerin yankılandığını fark eder. Bu seslerin nereden geldiği, Parrish’e nasıl musallat olduğu tamamen bir muammadır. Kızı, Parrish hiç razı olmamasına rağmen Drew adlı bir şirket çalışanıyla evlenmek üzeredir. Bir gün aniden karşısına çıkan John isimli bir adama aşık olur. Bu adam, ailenin tüm geleceğini değiştirecek bir gizemin de taşıyıcısıdır.”

İnanın; bu yazı, filmle ilgili neredeyse hiçbir şey anlatmıyor.

Parrish’in duyduğu tuhaf sesin, başına musallat olan o gerçeğin adı ölüm çünkü.

Evet, yanlış okumadınız, ölüm. Az da olsa fantastik denebilecek bir türü var senaryonun. Ama ya olsaydı, dedirten bir tarafı da var.

Ölüm meleği, bir adamı kendine yardımcı olarak seçiyor, onunla insan görüntüsünde konuşuyor.Canını alacağını ama alıncaya kadar onunla beraber biraz zaman geçirmek istediğini söylüyor. Zamanlarını birlikte geçirmeye başlıyorlar. Çok kolay olmuyor tabii.

Bu arada ana kahramanın güzel bir kızı var. Hikayenin gelişmesi biraz uzun olsa da filmin bir yerinde ölüm meleği, kıza âşık oluyor. Onu öpmeyi, sevmeyi, bilmeyi, tanımayı seviyor.

Yani insan olmayı…

Ölüm yaşamayı seçer mi?

Fâni olmayı, güçsüz olmayı, yenik olmayı…

Seçmiyor tabii.

Kızı da yanına alıp götürmeyi istiyor. Baba da buna şiddetle karşı çıkıyor. Onun önünde daha uzun bir zaman olduğunu, yaşamayı hak ettiğini söylüyor.

Ölüme bu sözler hiçbir şey ifade etmez, diye  düşünebilirsiniz. Ediyor ama. Çünkü aşk, çok güçlü bir his… İmkansızı bile imkanlı hale getirecek kadar mucizevi, sahici ve başlı başına. Her aşk tek.. Her aşk özel… Her aşk güzel… Ölüm bile aşkın karşısında sessiz kalmayı ve kızın hayatını bağışlamayı seçiyor, aşka boyun eğdiği için…Kendi aşkına… Çünkü aşk nedir, çoktan anlamış oluyor.

Bu hikaye sıradan bir Hollywood senaryosu olmaktan çok öte… Adına Kabala deyin, tasavvuf deyin, ne derseniz deyin; yaradanın bizi yaratmada bize verdiği en sağlam  duygu aşk… Yaradılanı da ondan ötürü sevdiğimizi düşünürsek, insanla yaradan arasındaki en sağlam duygu aşk… O, yarattığını seviyor; biz onu…

İşte tam da bundan yola çıkarak kim olduğunu, gücünün ne kadar sonsuz, sorumluluğunun ne kadar büyük olduğunu aşkla beraber unutmayı seçen ölümün, aşkın karşısında gönüllü olarak nasıl boyun eğdiğini görüyorsunuz filmi izleyince…

Ölüm, aşka yenilmeyi seçiyor.

Aşk, bilmeden ölümü yeniyor.

Çünkü çok güçlü…

Dünyanın, hayatın; var oluşun en büyük mucizesi…

Bu yazıyı yazmaya karar verince haham arkadaşlarıma danışma ihtiyacı duydum. Dinen yanlış bir ifade kullanmak istemiyordum. Ama senaryo da tam buydu. Bana şöyle dediler; “Aslında sen, çok iyi bir şeye değineceksin bu yazıyı yazarak. Sevginin, aşkın en önemli duygular olduğunun altını, kendi kaleminle çizeceksin. Emin ol, doğru olacaktır.”

Galiba dedikleri doğruydu.

Aşkı yazmak için; aşkı bilmek, yaşamak, anlatmayı seçmek gerekiyordu.

Dünya var oldukça ölüm de var olacaktı, aşk da…

O zaman onu yazmak, ondan bahsetmeyi seçmek, sebep ne olursa olsun doğru olacaktı.

Üstelik bakın en güzel mitoslara, söylencelere, masallara…

Tanrı’nın canını bağışladığı kahramanlar, hep âşık olanlar…

Ne dersiniz?

Belki de tesadüf değildir bütün bunlar…