“Sadece malumat yetmez, marifet de gerekir”

Emre ALKİN Köşe Yazısı
11 Aralık 2019 Çarşamba

Kritik karar alıcılar, ölçüp biçip hesap ettikleri kararların uygulanması neticesinde arzu ettikleri sonucu alamadıkları zaman tekrar hesaplara gömülür. Halbuki, sorun hesaplamada değildir.

Benzer şekilde, şirketlerin batışı da yönetim kurulu gündem maddeleri arasında bulunmayan konular sebebiyle gerçekleşir. Üst yöneticiler kurdukları modelin doğruluğuna bazen o kadar inanırlar ki, tek problemin insan kaynağında olduğunu düşünürler. Böyle yerlerde personel hareketliliği standartların üzerinde olur.

Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi otorite ve hiyerarşi üreten modellerin veya organizasyonların 21. yüzyılda başarı şansı yok çünkü inisiyatif kullandırma konusunda başarısızlar. Planlamanın bol ama ‘deneyimlemenin’ az olduğu hatta hiç olmadığı kurumlardan yenilik çıkması mümkün değil. Astların üstlerine gidişat ile ilgili eleştirilerde bulunamadığı, düşünce olarak katkı veremediği model ve yaklaşımlar sadece işletmelerde değil bilim ve sanatta da ilerleyişi engeller.

Sunumlarımda oldukça sık kullandığım bir slayt var. Uganda’yı 1971-1979 arasında diktatörlükle yönetmiş olan İdi Amin’in bir sözü ve resmi duruyor bu slaytta:

“Burada ifade özgürlüğü var, ancak ifade ettikten sonra özgürlük garanti değil...”

Korkarım ki aynı mantalitede yola devam eden firmalarımız var. Yanlış giden işleri gören gençlerin büyük bir kısmı bu düşüncelerini üstlerine ifade edemiyor. Birkaç başarısız deneme ve ‘mobbing’ derecesinde davranışla karşılaşınca vazgeçiyorlar. İş değiştirmeyi düşünüyorlar. Diğer tarafta da yöneticiler zaten modelin doğruluğuna inandıkları için ortaya çıkan başarısızlıktan personeli sorumlu tutup işten çıkarıyorlar. İşten çıkarılmış bir kişinin iş bulması da kolay olmuyor.

Stephen Hawking, “Sana ne kadar aptalca gelirse gelsin, bir fikir ve hipotezi dile getirmekten sakın çekinme” diyor. Böyle bir ortamı Türkiye’de bulabilmek kolay değil. Çünkü Prof. Dr. Talat Çiftçi’nin ‘Yaşamsal Satranç’ kitabında belirttiği gibi, eğitim sistemimiz ‘malumat sahibi insan’ yetiştiriyor, ‘marifet sahibi insan’ değil. Bu sebeple ezberden bilgi söyleyen ve yeterince ikna edici bir ses tonuna sahip olup büyük bir soğukkanlılıkla yalan söyleyebilenlerin yükseldiği kurumlar yarattık.

Bir konuda ileri sürülen yeni bir fikir, aynı konuda hâkim olan eski fikri ortadan kaldıracağı için büyük bir muhalefetle karşılaşır. Örnek verecek olursak, bu yılın başında Türkiye ekonomisinin resesyonda olup olmadığı konuşuluyordu. Resesyonun tanımı ise bellidir: En az iki çeyrek dönem üst üste negatif büyüme yaşamak. Ancak bazı ekonomistler, “Bir önceki yılın aynı dönemine bakmayalım, mevsimsellikten arındırılmış şekilde bir önceki çeyrek döneme göre kıyaslayalım” diyor. Bu öneri matematiksel merakları gidermek ve bazı hipotezler öne sürmek için eğlenceli bir fikir jimnastiği olabilir. Ancak, benzer dönemleri kıyaslamadan doğruyu bulabilmek mümkün değil.

Bu domatesin üretilmediği bir dönemle üretildiği dönemi kıyaslamaya benziyor, “Eğer üretilseydi şu kadar üretilirdi” demek gibi yani. Ya da tam tersi; “Üretilmiş ama biz üretilmemiş gibi yapalım, arındıralım.” Dolayısıyla bu tip istatistik tuzağına düşen uzmanları ben hem ana akım medyada hem de sosyal medyada uyarmaya devam ederken, onlar da bana, “Ama İngiltere ve Hollanda da böyle yapıyor”diyerek itiraz ediyor.

Bu yanlışlıkların sebebi, gelişmelerin arkasında daha önceki gelişmelerin etkisi olduğuna inanmamız. İlk bakışta bu doğru bir yaklaşım gibi gözükse de aklıma şu soruyu getiriyor: “Mademki gelişmeler başka gelişmelerden etkileniyor, o zaman ne kadar geriye gitmeliyiz?”

“Önce beyinleri özgürleştirmek lazım...”

İstatistikçiler buna hemen, “En az 10 yıl” diye cevap vereceklerdir. Ancak bu oldukça klişe bir cevap. Teoriler veya hipotezler ne kadar iyi olursa olsun insan davranışlarının, siyasetin ve doğa olaylarının işe karıştığı bir yerde bazı olguların ya da gelişmelerin sebebini aynı nedene bağlamak mümkün değil. Dolayısıyla rastlantısal gelişmelerin etkisini göz ardı edemeyiz. Ayrıca rastlantı etkisini matematik yoluyla arındırmak çok mümkün değil. Bazı dönemsel gelişmelerin beklenenden daha uzun sürmesi de araştırmacıları yanıltabilir. Çünkü geriye dönüp bakılınca her önerme matematik yoluyla kendini doğrulatabilir.

Dolayısıyla ekonomist “Bu budur” demeyen, aksine farklı senaryolar için farklı çözüm üreten kişidir. Maalesef, referansını Atlantik Okyanusunun her iki yakasında yer alan gelişmiş ülkelerdeki meslektaşlarından almaya meraklı olanların arasında yaşarken, yeni bir fikir üretmek için zorlanıyoruz. Bilim insanı olmanın zorluğu bu şekilde bir kere daha ortaya çıkıyor. “Onlar yapıyorsa doğrudur” mantığına en fazla karşı çıkanlar, bu sefer kendi düşüncelerini ispatlamak için buna sığınıyor. Akademik hayatta tecrübe ettiğim ne varsa, aşağıdaki önermeyi doğrular nitelikte:

“Eski ve statik fikirler birçok kişiye konfor alanı sağlasa da bilimin ilerlemesini durduruyor.”

Elbette ben 50 yaşına yeni basmış olduğum için, bu yazıyı okuyanların birçoğunun sahip olduğu tecrübelerden daha fazlasına sahibim. Dolayısıyla onlara kendi tecrübelerimi aktarmak istiyorum ki özgürleşebilsinler. Tabii, tecrübelerin zaman içinde şekil değiştirdiği ve daha karışık hale geldiğini de kabul ediyorum. Virüslerin dejenere olup yok edilmelerinin zorlaşması gibi, enflasyon-işsizlik-resesyon gibi sorunların da sebep-sonuç ilişkilerinin değiştiğini kabul etmek gerekiyor. Gençlere çözülmesi zor olan sorunlarla eski reçeteler bıraktık, bu yüzden onlara yardımcı olmak lazım.

Mesela, “Biz sizin yaşınızdayken...” diye başlayan cümleler asla kullanmıyorum. Bugünün gençleri bizim uğraştığımızdan daha karmaşık sorunlarla boğuşmaya çalışıyorlar. Eğitim konusunda da özgürlükler konusunda da bizim kadar şanslı değiller. Bugün, özgürlüğümüzü kendi ellerimizle teslim ediyor ve prangalı bir konfor alanını daha fazla tercih ediyoruz. Halbuki daha fazla özgürlük daha fazla çözüm anlamına gelir. Ancak, yukarıdaki satırlarda da belirttiğim gibi biz marifetli değil malumatlı insan yetiştirmeyi seviyoruz. Böylece çözümü patron bulacak, diğerleri sadece sorulan soruya doğru cevap verecekler.

Siyasette de iş dünyasında da bu şekilde bir anlayış hâkim. Doğal olarak da çözümler çıkmıyor. Bu sebeple “Anladık da çözüm nerede?” diye sormayın. Çözüm belli, şu ana kadar yapılanların tersini yapmak. Cumhuriyet’in fabrika ayarlarına geri dönmek, “Neden olmuyor?” diye sormamak, “Nasıl yapmışlar?” diye araştırmak. Tabii, sorgulamak özgür beyinlerin yapabileceği bir faaliyet. Bunu da kabul ediyorum.

Not: Bu yazı 6. baskısı yapılmakta olan ‘İktisattan Çıkış’ kitabından alınmıştır. Bu ve buna benzer birçok konuyu bu kitapta bulabilirsiniz.