İklim krizi, Brexit ve Trump

Ayşe ACAR Köşe Yazısı
18 Aralık 2019 Çarşamba

İklim krizine ilişkin yayınlanan raporlara şöyle bir göz atmak bize distopik bir geleceğin nasıl da Mad Max-Fury Road film sahnelerine benzeyebileceğini gösteriyor. “Acaba orada yaşayabilir miyiz?” diye hayallerini kurduğumuz Mars gezegeni ayağımıza kadar gelmiş, dünya “Marsımsı” büyük bir kuraklıkla debelenmektedir. İnsanlar arasında zihinsel faaliyetlerini sağlıklı yürütebilenlerin sayısı oldukça azdır filmde. Delirmenin temel nedenini iklim krizinden kaynaklı yaşanan pek çok soruna bağlamak olanaklı.

BM tarafından yayınlanan raporlarda tablo çok açık:

-İnsanlık, karadaki yaşam alanlarının üçte birine, okyanusların üçte ikisine ve sulak alanların yüzde 85’ine zarar vermiş durumda.

-Okyanuslardaki aşırı avlanma deniz canlılarının üçte birini ne yazık ki yok etti ve

-Her yıl 300 ile 400 milyon ton ağır metal, çözücü madde ve zehirli atıklar deniz ve okyanuslara boşaltılıyor.

İklim krizinin gündeme getirdiği/getireceği önemli sorunlardan biri de hiç şüphesiz göç meselesi. Yapılan tahminlere göre 200 milyon insanın 30 yıl sonra bulunduğu yerden göç etmek zorunda kalacağı belirtiliyor. Boğaziçi Üniversitesi, İklim Değişikliği Çalışma Grubundan Pelin Çeber durumu şöyle açıklıyor:

“İklim değişikliğinden dolayı su kaynakları tükenecek, tarım verimliliği azalacak, aşırı hava olayları artacak ve dünyanın birçok bölgesinde biyoçeşitlilik azalacak, buna bağlı olarak insan hassasiyeti artacak ve bu durum insanların kötü durumda oldukları yerlerden daha iyi yaşayabilecekleri yerlere gitmelerine neden olacaktır. Bu nedenle yüzyılın ortalarına yaklaştıkça ‘çevre mültecisi’ kavramını sıklıkla duymaya başlayacağız.”1

Bir taraftan dünyada iklim krizinden kaynaklı belirgin bir göç hareketliliği beklenirken diğer taraftan yoksulluk ve savaşlar nedeniyle zaten bir sorun olarak kabul edilen genel göç meselesi nedeniyle sınırlar ve sınırların korunmasında gelişmiş teknolojilerin kullanılması da gündemde. Sınırların esnetilmesi, globalleşme rüyası ve söylemi yerini başka bir dünyaya bırakıyor gibi.

Son seçimlerde Birleşik Krallık yalnızca Avrupa Birliğinden ayrılma (Brexit) koşullarına “evet” demedi aynı zamanda parçalanma riskini de göze aldığını söylemiş oldu. Kuzey İrlanda ve İskoçya’nın Birleşik Krallıktan ayrılma girişiminde bulunacağını söylemek bir kehanet olmasa gerek. Fransız sosyolog ve felsefeci Bruno Latour, “Denizde ve karada sonsuz Pazar uzamını yaratan ülke, Avrupa Birliği’ni durmaksızın yalnızca geniş bir mağaza olmaya iten ülke birkaç bin sığınmacının akını karşısında, birdenbire dünyasallaşma oyununu oynamamaya karar verdi” diyor2.

Latour, adına ‘Batı’ denilen şeyin artık bir dünya ideali paylaşmadığını, tüm insanların eşit oranda refah içinde yaşayabileceği ortak bir ufka doğru ilerlemeyi sürdürmeme kararı aldıklarını belirtiyor. 1980’li yıllarda alınan bu kararın son aşaması Donald Trump’la simgeleniyor. Trump’ın Paris iklim anlaşmasından çekilme başvurusu şu anlama geliyor; “Biz Amerikalılar sizinle aynı dünyaya ait değiliz. Sizinki tehlike altında olabilir, bizimki olmayacak!”

Delidir ne söylese yeridir, demek meselenin ciddiyetini gölgeleyemiyor.

Bir zamanlar sınırların sistemli bir şekilde ortadan kaldırılmasını tavsiye eden ülkeler şimdi kendilerine belirgin sınırlar çizme kararı almış durumdalar; dünyasallaşma sona ermişe benziyor. İçinde bulunduğumuz durumu Latour bir örnekle açıklıyor:

“İnsanlar küreselliğe varmak için havalanmış bir uçağın yolcuları gibidirler. Pilot birden o havaalanına artık inilemeyeceği için geri dönmek zorunda olduğunu söylüyor onlara. Acil iniş pistine, Yerelliğe de ulaşamayacaklarını öğrenince korkuya kapılıyorlar…”

Küreselleşme ortadan kaldırılabilir de yerelliğe ne olmuş olabilir? Latour, yerelliğin geçmişe yansıtılmış bir proje olduğunu söylüyor.

Bauman’ın modernizm-gelenek okuması konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir. Geleneği bir tür ham madde olarak gören modernizm bir biçerdöverin tarlaya girmesi gibi iş yapar. Biçerdöver tarladaki ürünü alır ve arkasında sap yığınları bırakır. Bu sap yığınları sadece atıktır. Özetle “gelenek” diye bir şeyin artık kalmadığını, var olduğu zannettiğimiz şeyin ise “gelenek” adı altında yansıtılmış birer simülasyon olduğunu ve hatta Baudrillard’ın deyimiyle ‘hiper gerçeklik’ olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bilimkurgu edebiyatında ve sinemada geleceğe distopik ya da ütopik yaklaşımlarda zaman zaman başvurulan bir tema vardır. (Yazdığım romanlarda bu temayı ben de kullanmıştım.) Bu temaya göre yaşanılan dünya belli bölgelere ayrılmıştır, mesela orta dünya, birinci bölge (Yüzyıl bilimkurgu roman serimde dünya üç bölgeye ayrılmıştı), yeraltı-yerüstü gibi… Bölgeler arasında kesin ayrımlar vardır; bir bölge ultra teknoloji ile bezenmişken diğer bölge aşırı yoksullukla mücadele etmektedir; bir bölgede susuzluk, tahıl yokluğu hakimken diğer bölge az sayıda seçilmiş insanını bollukla mükafatlandırmaktadır.

ABD-İngiltere birlikte bir Birinci Bölge mi kuracaktır bilemeyiz ama bu yeni geleceğin yakın zamanda kendini daha net göstereceği de aşikar. Trump’ın İklim Krizi ile alay etmesi “İklim krizi diye bir şey yoktur” içerikli lobi faaliyetlerinin desteklenmesi sadece Trump’ın deliliği (ki öyle olduğunu hiç zannetmiyorum) ile açıklanamaz.

Son olarak Lotour’un yorumunu tekrar edeyim:

“Biz Amerikalılar sizinle aynı dünyaya ait değiliz. Sizinki tehlike altında olabilir, bizimki olmayacak!”