Budapeşte’den Berlin’e Avrupa izlenimleri

David OJALVO Köşe Yazısı
25 Aralık 2019 Çarşamba

Aralık ayının karanlığı İskandinavya’yı içine almışken tatil arası verdim ve güneye indim. Benim güneyim Budapeşte, Prag ve Berlin’i içine alan bir Avrupa yolculuğuydu.

Budapeşte, İstanbul’dan sonra çocukluğumun ikinci kentidir. Yaz aylarında anneannemi ziyaret ettiğimiz, parklarında koşturduğum, halden poşet süt aldığımız, eski sarı sokak tramvaylarını büyülenerek izlediğim çocukluk günleri… Sarı tramvaylar, kimisi tarihi kimisi yeni, bugün de işliyor.

Budapeşte’ye bu seyahatim daha çok annemi ve onun arkadaşlarını görmek, geniş caddelerde fotoğraf çekmek, kafelerde kahve içip, okumak üzerineydi. Şansıma hava iyi seyretti. Soğuk, rüzgarlı ve berrak bir Aralık akşamında Özgürlük Köprüsü’nden (Szabadság híd) Budapeşte Tuna Nehri üzerindeki inci gibi görünüyordu. Ağbimin önerisi üzerine savaş fotoğrafçısı Robert Capa’nın sergisi gezdim. Orhan Duru’nun topu öykülerini okudum. Stockholm’de skandal niteliğindeki Nobel Ödülü verilirkense iklim aktivisti Greta Thunberg Madrid’e geçiyordu.

Yağmurlu bir Perşembe sabahı Budapeşte’den Prag’a doğru yaklaşık 7 saat süren tren yolculuğu yaptım. Tepelerin arasındaki küçük sevimli Macar kabasaları sisin altında kalmıştı. Slovakya’nıın yeşil düzlüklerini gün kararana dek izleyebildim. Lokanta vagonunda porselen demlikle servis edilen çay ve tatlının fiyatı makuldü.

Prag’da üç gün kaldım. Amacım eski kenti gezip, Kafka Müzesi’ni görmekti. Açıkçası Reiner Stach’ın üç ciltlik Kafka biyografisinin Türkçe’deki iki cildini 2013 yılında okuduktan sonra müze pek ilgimi çekmedi. Prag’ın eski kafelerinden Savoy’da oturabilmek de mümkün olmadı; çünkü rezervasyonla müşteri kabul ediyorlardı. Sokak tramvaylarının rengi sarıdan kırmızıya dönmüştü. Charles Köprüsü’nün girişinde ortaçağın işkence aletleri müzeye konmuştu. İnsanoğlunun acımasızlığı bile sergi ve ticaret konusuydu. Çekya, Macaristan ve Polonya, Madrid’deki iklim zirvesinde belirlenen hedeflere ayak uyduramayacaklarını bildiriyordu.

İkinci tren yolculuğum Berlin’e gerçekleşti. Almanya sınırını geçerken garip hissettim. Holokost’a kurban vermiş bir ailenin torunuydum. Nazi Almanyası’nın torunları da Berlin’de yaşıyordu. Bu bakış açısı derinlerimde kök salmıştı; o kadar ki Almanya’nın geçmiş ve yakın tarihine ilgim çok azdı. Öte yandan günümüzün Berlinliler’i 30 yıl öncesinde yıkılan duvarın izlerini ve acılarını tartışmayı sürdürüyordu. Berlin’de, yıllar öncesinde Türkiye’de Yahudi yaşamı üzerine benle söyleşi yapmış bir gazetecinin konuğu oldum. Aradan geçen 8 yılda bağımızı koruyabilmiştik. Değerli insanlar tanımak Şalom’da yazmanın armağanıydı. Berlin’i beğendim de, Oslo’dan sonra gördüğüm Avrupa’nın en modern kentiydi. Üstelik İsrali’den binlerce Yahudi’nin Berlin’e dönüp burada yaşam kurduğunu duymak beni şaşırttı. Sokak sokak gezdiğimiz bu kentte Holokost kurbanlarının isimleri pirinç plaketlerle kaldırımlara, yaşamış oldukları apartmanların önüne yerleştirilmiş. Berlin’deki bu uygulama karşısında ikircikli duygulara kapıldım. Hatırlamak ve anmak çok önemliydi ama isimlerin üzerine basıp geçmeyi nasıl değerlendirmeli?

İzlenimlerim üzerine düşünmek için zamana ihtiyacım var. Berlin kadar Postdam kentini ve Barberini Müzesi’ndeki Van Gogh sergisini görmek etkileyiciydi. Alman ve İsveç basını Madrid dönüşü birinci sınıf vagonda zeminde otururkenki fotoğrafını sosyal medyada yayınlayan Greta’yı tartışıyordu. Tren, iklim için iyiydi.

Bugün 21 Aralık, yılın en uzun günü. Puslu ve karanlık Stockholm’deyim. Ülke Noel tatili havasına girmiş durumda. Sevdiğim kafelerden birinde oturmuş, yazımı derliyorum. Üç kentin ardından İsveç’te her şey daha pahalı görünüyor.

 

 

21 Aralık 2019, Stockholm