Trablusgarp büyük zorluklardan sonra Turgut Reis tarafından fethedilmişti ve de bizzat Padişah kendisine valilik verileceğine söz vermişti.
Çocukluğumda “Barbaros Hayrettin Paşa” filmini1 seyrettikten sonra Hızır Reis(Barbaros), Oruç Reis ve Turgut Reis en az ‘Pekos Bill’2 kadar sevdiğimiz kahramanlar haline gelmişlerdi.
Başlıktaki, cümle ise, o zamanlardan beri kulunuzun aklından çıkmadı.
Galiba yarı resimli bir romanda okumuştum. Hayal miydi doğru muydu hatırlamıyorum.
O dergide Turgut Reis, bir merasim esnasında ortaya atılıyor, Kanuni Sultan Süleyman’ın atının yularını tutuyor ve cümle âlem ortasında ona bu suali soruyor: “Sultanım! Trablusgarp’ı kime nasp edersin?”
Gariptir, ne kellesi vuruluyor ne zindana atılıyor; tersine ona çeşitli hediyeler, yeni gemiler ve leventler tahsis edilerek, Cerba’ya geri gönderiliyor.
Bu sözlerin sebebi neydi:
Trablusgarp büyük zorluklardan sonra Turgut Reis tarafından fethedilmişti ve de bizzat Padişah kendisine valilik verileceğine söz vermişti.
Ancak zamanın sadrazamı Rüstem Paşa’nın sürekli ve katı muhalefeti yüzünden bu söz tutulmayınca Turgut Reis’in payitahta gelip doğruda görüşmesi şart olmuştu. Ancak bu teşebbüsü de akim kalacaktı.
Rüstem Paşa’nın kardeşi, Kaptan-ı Derya Sinan Paşa’nın tayin ettiği Murad Paşa vali oldu. (Murad Paşa öldükten sonra, Turgut Reis fiilen beylerbeyi olmuşsa da resmen bu unvan kendisine hiçbir zaman verilmemiştir.)
O gündür bugündür Trablus, Bingazi ve Fizan ile daima ilgilenmek zorunda kaldık.
“Niye bu üç mekânı sayıyorsun da kısaca Libya yazmıyorsun?” dediğinizi duyar gibiyim.
Burada bir parantez açayım.
O tarihlerde Libya diye tanımlanan bir devlet yoktu.
Esasen, ‘Libya’ Latince bir kelimedir. Latinceye de yerel Berberi kelime olan ‘Libu’ veya ‘Lebu’dan girmiş. Antik Çağ’da yöresel bir konfederasyonun adıydı.
O toprakların tek bir devlet olarak anılması ve BM’ye kabul ve Libya olarak tescil edilmesi için 1951 yılını beklemek gerekir…
Parantezi kapatıyorum ve Osmanlı devrine dönüyorum.
Turgut Reis’in vefatından sonra, olaylar yavaş yavaş Osmanlı’nın aleyhine gelişmeye başlamıştır. Yerel yönetim ‘Dayı’ olarak nitelendirilen, Türk-Berber-Arap karışımı kişilerin eline geçmiştir. Bunların en büyük derdi de sık sık vuku bulan iç isyanları bastırmaktı.
Yardım istendiği zaman da, oralara destek vermek çok zordu. Bilhassa Malta adasının bir türlü alınmaması, her türlü deniz seferlerini sık sık akamete uğratmaktaydı.
18. asrın başlarında da Karamanoğlu kökenli ‘Dayı’lardan Ahmet Bey, vali olunca, adeta bağımsız bir devlet adamı gibi davranmaya başladı. Valiliğin babadan oğula veraset yoluyla geçmesi bir yana, başa geçen dayı yabancı ülkelerle direkt olarak çeşitli siyasi, ticari hatta kültürel antlaşmalar imzalandı.
Osmanlı ise, o tarihlerde her geçen gün zayıflıyordu. Libya’dan beklenen vergiler de toplanamıyordu. İstanbul’un ilgisi gittikçe zayıflamaya başladı.
Zaman ilerledikçe, bölge çeşitli Avrupa ülkelerinin menfaat ve çatışma bölgesi haline geldi. İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar daha sonra, Almanlar yörenin çeşitli bölgelerini işgal etmeye başladılar.
Nihayet, 1951 yılında, Türkiye’ye yakınlığı ile bilinen Sunusi Aşiretinin yönetimi altında bir birlik ve daha önemlisi, huzur sağlandı.
Sakin bir dönem bekleniyordu. 1951-1960 yılları arasında Türkiye-Libya ilişkileri çok çok iyiydi.
Ancak Libya’nın muazzam ve yüksek nitelikli petrol rezervlerine sahip olduğu ortaya çıkınca, tablo tamamıyla değişti. İç karışıklıklar başladı ve o zamana kadar ismi duyulmamış bir subay, Muammer Kaddafi, Kral İdris El Sunusi’yi devirerek kendisini cumhurbaşkanı ilan etti.
Kaddafi, 42 yıl süren iktidarı esnasında, bilhassa petrol gelirlerinden doğan servete dayanarak, Libya halkının refahını arttırdığını, sosyal ve kültürel yönden geliştirdiği, herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir.
Ancak tarihteki bütün diktatörler gibi, hataları sevaplarını aşınca devrilmesi mukadderdi. Öyle de oldu.
Kaddafi’nin ölümüyle, Libya devleti devam ediyor; ancak fiilen tekrar geriye döndük: ortaya üç güç ortaya yeniden çıktı: Trablus, Bingazi ve Fizan.
Daha da kötüsü yabancı ülkeler de işin içine karıştı ama onlar da kimi destekleyeceklerinden pek emin görünmüyorlar.
Yerel halk ise tam perişan oldu. Sığınacak, güvenecek tek yuva olarak, aşiretlerini görüyorlar. Bunların da sayısı 400’ü aşıyor ve kimin tarafını tutacaklarına da karar veremiyorlar.
Ortadoğu, maalesef, her yaklaşanı kendine çekip yok eden bir ‘kara delik’ haline geldi.
Bölge dışından müdahalelerle de, çözümlere varılacağını da sanmıyorum.
Ümidim ve temennim, bölge halklarının, kendi sorunlarına, akıl mantık ve bilhassa barış ilkesine dayanarak yepyeni çareler üretmesidir.
1 Başrolünü Cüneyt Gökçer’in oynadığı 1951 yapımı film.
2 Vahşi Batı dediğimiz ABD bölgesinde, kovboyların efsanelerine dayanılarak yaratılan ve satışa sunulan resimli çocuk dergisinin kahramanıydı (yıl 1949).