Her sene kış mevsimi başlarken aynı nakaratı tekrarlarım. ‘Tokalaşmayın, öpüşmeyin, mikrop ya da virüslere kapı açmayın’. Nafile genelde batı eğitimi alıp doğu zihniyetinde yaşadığımız için, sağlığımız yerine, geleneksel adetleri sürdürmeyi yeğleriz.
Sezon domuz gribiyle açıldı. Çin’den yayılan corona virüsü tedirginliğiyle devam ediyor. Corona’nın tedavisi henüz bulunmadı. Virüs olduğu için antibiyotik de fayda etmiyor. Ağızdan ağıza dolaşan geçici tedbirleri, ‘ne olur, ne olmaz’ diye ben de uyguladım. Öpüşmedim, tokalaşmadım, banyoda klozet kapağının kapalı durmasına özen gösterdim. Ardından üzüm sirkesi devreye girdi. Meyve ve sebzeleri sirkeli suda yıkadım. Bulaşık ve çamaşır makinesine birer çorba kaşığı sirke ekledim. Eklediğim çamaşır yumuşatıcısına rağmen, yıkanan giysilere sirke kokusu sindi. Ya da şuur altında bana öyle geldi.
Sonuçta, minimum tedbirleri alarak üzüm sirkesinden vaz geçtim. ‘AVM’lerden uzak durun, sinemaya gitmeyin, toplu taşıma araçlarına, özellikle de uçağa binerken maske takmayı ihmal etmeyin… Bunlar gibi sıralanabilecek çeşitli korunma yöntemleri söz konusu. ‘Corona’ bizden uzak dursun ama biz yine de kimi alışkanlıklardan vazgeçelim.
↔↔↔
Geçtiğimiz hafta ülkemize damgasını vuran en acıklı olay Elazığ ve Malatya’daki şiddetli depremler oldu. Hasar büyük, kayıplar acı veriyor. Kışın soğuğu da eklenince, evsiz kalan veya evlerine giremeyen vatandaşlar için şartlar daha da zorlaşıyor. Doğal afetlerden ne oranda korunabiliriz?
Bir önceki depremlerden ne derece ders aldık?
Büyük şehirlerde insanlar deprem çantalarını yeniliyor, olay vukuunda, göçük altında kaldıklarında dışarısıyla nasıl haberleşeceklerinin uygulamasını yapıyorlar.
Deprem bölgesine her yerden yardım yağıyor. Toplanan meblağlarla şehir belki yeniden inşa edilebilecek. Ya kaybolan canlar? Doğal afetlerde bile alınacak birçok tedbir var. İşi vurdumduymazlığa, ya da kaderciliğe bırakmak affedilmez bir tutum.
↔↔↔
Gazetelerde okumuşsunuzdur belki. Çok etkilendiğim için paylaşmak istedim.
Ülkesini terk etmek zorunda kalan Suriyeli Dr. Amani Ballour, altı yıl boyunca çatışmaların en yoğun olduğu Doğu Guta’da bir yeraltı hastanesi oluşturarak binlerce insanın hayatını kurtardı.
Çocuk Doktoru olan Amani, Avrupa Konseyi tarafından insani yardım alanında verilen Raoul Wallenberg Ödülü’ne layık görüldü. Ödülü aldığında Amani “Kendimi mutlu ve gururlu hissettim. İnsanlığa inanıyorum ve başkalarına yardım etmeyi seviyorum” dedi.
↔↔↔
Olaylar gelişirken farklı projeler üzerine çalışan Suriyeli Yönetmen Feras Fayyad, Doğu Guta’daki yeraltı hastanesinden haberdar olur. İki yıl boyunca üç kameraman hastanede yaşananlara tanıklık eder. Sonunda görüntüleri ülke dışına kaçırmayı başarırlar. Zamanla bu çalışma, ‘The Cave’ adıyla bir belgesele dönüştü. Savaş belgeselleri arasında sözü çok edilen ‘The Cave’, şimdilerde Oscar’a aday gösteriliyor.
Bu arada Dr. A. Ballour’un en büyük hayali bir gün ülkesine geri dönebilmek.