“Suriye nasıl bu hale geldi? Şimdi ne olacak?”

Emre ALKİN Köşe Yazısı
12 Şubat 2020 Çarşamba

Doğu Akdeniz’in nasıl bir yer olduğunu anlamamız için sadece haritaya değil, tarihine de bakmamız gerekir. Bir de ikinci dereceden eserlere. Amin Maalouf birçok kitabında bu bölgenin ‘aydınlanmaya’ verdiği katkıyı anlatırken, doğduğu yerden uzakta yaşananın hüznünü gizleyememiştir. Belki şaşıracaksınız ama, dünya müziğine, sanatına ve çok renkli kültürüne katkıda bulunmuş birçok insan MENA bölgesinden çıkmış ve isim değiştirerek yaşamak zorunda kalkıştır. Sadece Fransa’dakileri saysak şaşkınlığımız artar: Jacques Attali, Louis Althusser, Alber Camus gibi düşünce dünyasının üyeleri yanında, Daniel Auteuil, Patrick Bruel, Enrico Macias gibi sanatçılar ve Yves Saint Laurent gibi modacılar da mezalimden kaçarak ailecek göç etmek zorunda kalmışlardır. Şaşırtıcı değil mi? Peki Doğu Akdeniz’in ışığı neden söndü? Neden buralara geldik? Türkiye neden burada? Bu soruların cevabını verebilmek için yakın tarihe bir göz atmamız gerekiyor.

Bundan 50 yıl önce Mısır’da 14 yıl süren Nasır iktidarı sona erdi. Asıl adı Cemal Abdünnasır olan ‘Hür Subaylar Hareketi’ üyesi olan bu asker, 1956’da devlet başkanı olana kadar Mısır’da güçlü bir siyasi figür olarak öne çıktı. Tek partili devirde de tek aday olarak üst üste seçilerek 1970’e kadar görevine devam etti. Bir kalp krizi sonucu öldü.

Açıkçası Nasır’ın ‘Büyük Arap Cumhuriyeti’ hedefi sebebiyle seveni çoktu ama, uyguladığı baskıcı rejim sebebiyle sevmeyenlerin sayısı da azımsanacak gibi değildi. Öldüğünde “Yetim kaldık” diye başlık atan Arap Gazeteleri bulunuyordu. Ancak, Lübnan’a ve Batı’ya kaçmış olan aydınlar neredeyse sevinç göz yaşlarına boğulmuşlardı.

Nasır’ın ‘Büyük Arap Cumhuriyeti’ planına en çabuk cevap veren Suriye olmuştu. Aynı yıllarda sürekli başarılı ve başarısız darbe teşebbüslerine maruz kalan Suriye’yi bir arada tutan belki de, Nasır’ın Arapları bir araya getirme fikriydi. Ancak, yukarıda belirttiğim gibi o zamanlarda hem Mısır hem de Suriye’deki baskı rejimleri sebebiyle birçok Arap aydını Lübnan’a kaçmıştı. Özellikle azınlıklara ‘sonradan gelenler’ muamelesi yapılarak, mülklerine ve varlıklarına çeşitli şekillerde el koyuldu.

Dünya, Mısır ve Suriye’nin birleşmesine bu sebeple mesafeyle bakarken, azınlıkları dışlayan Arap Milliyetçiliğini benimseyenler zafer sarhoşluğu içindeydi. Çok geçmeden iki ülke arasındaki ittifak bozuldu. Suriye yönetimi açıkça Nasır’ı ‘sömürgeci’ gibi davranmakla suçladı. Nasır ölünce plan tamamen sona erdi. Ertesi yıl daha baskıcı bir rejimi yaratacak olan Hafız Esed Suriye’de devlet başkanı oldu. Tam olarak 29 yıl iktidarda kaldı.

Esed’in ilk yaptığı büyük icraat(!) Suriyeli aydınların kaçmış olduğu Lübnan’ı, iç savaşı dindirme bahanesiyle işgal etmek oldu. Halbuki Lübnan o zamana kadar Doğu’nun en aydınlık yerlerinden biriydi. Esed altı yıl Lübnan’ın büyük bir kısmını işgal ederek aydınlığı karanlığa çevirdi. Böylece Doğu’nun yaşadığı son aydınlanma dönemini bitirmiş oldu diyebilirim.

“Esed Rejimiyle sönen umutlar...”

Hafız Esed, 1980’lerde başlayan İran-Irak savaşında İran’ın yanında oldu. Yine aynı yıllarda Sovyetler Birliği ile silah anlaşmaları yaparak bugünkü yakınlaşmaları temellerini attı. İşler Hafız Esed’in lehine giderken, bir anda İsrail Lübnan’a asker göndermeye başladı. Suriye Ordusu acele bir şekilde çekilmek zorunda kaldı. Halbuki 1970’lerdeki Mısır-İsrail gerginliğinde Mısır’ın tarafını tutmuştu. “Zoru görünce kaçan lider” imajı sebebiyle iç siyasette sorunlar yaşadı. Bunları bertaraf etme metodu ise barbarlık oldu.
Esed 1980’de, oğlu Beşar Esed’in ve etrafının bugün devam ettirdiği barbarlıklara imza atmaya başladı. Rejim muhaliflerinin bulunduğu Hama’yı yerle bir ederek 35 bin Suriyelinin ölümüne sebep oldu. Dünya kamuoyu Hafız Esed’in karşısına dikildiğinde 1990’lara gelmiştik bile. O sırada Esed yeni bir manevra yaptı.

1990’larda Berlin Duvarıyla beraber SSCB dağıldığınca, uzunca bir süre ‘yeni’ Rus Cumhuriyetinden yardım gelmeyeceğini anlayınca ABD yanlısı oldu. Irak’a karşı yapılan Körfez Harekatında koalisyon güçlerine destek verdi. Böylece Saddam’ın devrilmesinin yolunu açtı. Böylece Baas Hareketinin (Arap Sosyalist Diriliş Hareketi) de sonunu getirdi diyebilirim.
Hafız Esed, iktidarını 2000 yılında kalp krizi geçirip ölene kadar devam ettirdi. Açıkçası PKK’ya verdiği desteğin de ABD politikaları doğrultusunda olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Başka türlü yaşama şansı olmadığı için, koltukta oturmak amacıyla ülkeyi iç savaşa doğru sürükleyen çatışmaların fitilini ateşledi diyebilirim.

“Oğul Esed’den İdlib’e doğru...”

Oğlu Beşar Esed ise Londra’da göz doktorluğu diplomasını almaktayken ani olarak geri çağrıldı. Çünkü ağabeyi trafik kazasında ölmüştü. Güya Suriye’de demokrasi vardı ama, Hafız Esed ölünce iktidar oğluna geçti. Londra’dan döner dönmez evlendiği Esma ile başkanlık konutuna geçtiler.

Beşar önce reformist gözüktü ama, akıbet değişmedi. Baskıcı rejim modern metodlarda devam etti. Suriye nihayetinde iç savaşa gitti. Rejim PKK’ya destek vermeye ve hem ABD hem İran hem de Rusya’yı idare etmeye devam ederken, milyonlarca Suriyeli masum insan mağdur oldu, göç etti. Yüz binlerce kişi öldü. Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan beri koruduğu kırmızı çizgileri bir kenara bıraktı ve müdahale etmek zorunda kaldı.

Pazartesi sabaha karşı yapılan saldırı ise Rusya’nın Suriye’yi kullanarak verdiği bir gözdağıydı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ukrayna gezisinden hemen önce yapılan bu saldırının sebebi ve amacı oldukça net gözüküyor. Ukrayna meselesinde Türkiye’nin Rusya tarafında değil Amerika Birleşik Devletleri tarafında durduğunu göstermesi, böyle bir gözdağının verilmesi ihtimalini artırıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ukrayna seyahati öncesinde verdiği mesajlar da bize gösteriyor ki, Türkiye ve Rusya’nın arası açılabilir. Bu konuda Rusların daha fazla tedirgin olacağını tahmin ediyorum. Ancak bana gelen bilgiler şu aşamada Ankara’nın Moskova’ya karşı itidalli davranacağını gösteriyor. Şehit haberleri geldikçe, Türkiye’nin daha da sertleşebileceği mutlaka hesaba katılmalı.