Bir özgürleşme arayışı-6: Rav Menaşe´den Spinoza´ya

Metin SARFATİ Köşe Yazısı
19 Şubat 2020 Çarşamba

Timsahın Gözyaşları veya Rav Morteira

Yahudi halkı adına kendisini suçlayacak olan heyetin tam karşısına oturtulacaktı Baruh (henüz ailesinin verdiği ismi taşıyordu).

Hissediyordu; onu buraya getiren albatros büyük Amsterdam Sinagogunun hemen dışındaki meydanda kendisini bekleyecekti. Şu anda tek güvendiği oydu. Kendisini yok etmek isteyen, bu histerik kalabalığın içinde bir tek oydu kendisini anlayan. Belki Rembrandt da onu düşünüyordu ama şu anda muhtemelen sanatını ve kişiliğini yok etmek isteyen para düşkünü, görgüsüz burjuvaziye direniyordu tüm gücü ile.

Albatrosu hissettiği gibi biliyordu ki, bugün yerini bir yenisine bıraktığında kendi halkı dahil tüm insanlık ona anlatmaya çalıştıkları için teşekkür edecekti.

Evet, Cizvit papazları ile başı dertte olan uzaktan komşusu Descartes da yalnızlığının içinde büyüyecekti. Onun gibi Baruh ‘da farkındaydı ki yeni bir dünya kolay kurulamayacaktı. Yalnız ve dışlanmış kalınabilecekti uzun zaman, Uriel de Costa gibi baskılara dayanamayıp yaşamına dahi kendi elleri ile son verilebilecekti.

Loştu sinagogun içi. Kuzeyin gündüz karanlığına benzemiyordu ama bu. Aydınlığın içeri sızması bilerek engellenmeye çalışılıyordu.

Tarihsel gidiş kutsal adına durdurulmaya çalışılıyordu. Bu mümkün müydü?

‘Seçilmiş halk’ olmanın farklı bir misyonu olmamalı mıydı? Kutsaldan emanet olarak alındığı ileri sürülene ihanet etmemek gerekmiyor muydu?

Voltaire’li, Diderot’lu ‘aydınlanma’ kapıda yerini almıştı artık. Tarihsel yazgıdan geri dönülemezdi. Kulak kabartmış, Rav Morteira’yı ve asıl Spinoza’yı bekliyordu herkes.

İnsan olan, nefesini tutmuş ufku gözlüyordu.

↔↔↔

Ağır şamdanların titrek alevleri sinagogun duvarlarında bini çoktan aşkın yılın bilindik rapsodisine eşlik edecekti.

İberik Yarımadasından vahşice sürülen, durmaksızın korkutulan, başkalarını sürerek mi var edecekti kendini tarihin koridorlarında.

Tarih, mantığı olmayan rastgele bir savrulmadan başka bir şey değil miydi? Ama o zaman ‘seçilmişlik’ bile neresinde yer alabilecekti ki bu çılgınlığın.

↔↔↔

Niye burada olduğunu düşündü Baruh, gelmeyebilirdi.

Korkutmaya çalışıyorlar beni diye mırıldandı.

Dans eden hayaletlere eşlik eden ağır ilahi, neşenin teorisyenini aldı uzaklara götürdü.

Onu, Sinagog’dan koparan zamanların başına kanatlandırdı albatros. Evrensel kültürün kapılarını kendisine açacak olan Latince ve Yunancayı öğrendiği okulun bahçesine bıraktı. Her şey sanki eskisi gibi idi burada. Hiçbir şey değişmemişti.

Bizzat yönettiği bu okulda hocalık da yapan Van den Enden öğretecekti ona bu dilleri, kültürleri ile birlikte. Bütün antik felsefeyi okumayı ona borçluyum diye düşünecekti Baruh. Özgürleşmeyi ve onun erdemini eski Yunandan öğrenecekti.

Özgürlüğü öğrenen bir daha korkmazdı ki; korku temelsiz olduğunda en büyük tutsaklık değil midir? Özü sonsuza kadar tutsak edecek tutkulardan biri değil midir o? Hâlbuki öz keşfedilmeden ve geliştirilmeden özgürleşilemezdi ve hakikate ulaşılamazdı. İşte bu müthiş öğretmeni olmasaydı, zihni özgürlüğün ve mantığın doruklarına ulaşmayı hiç beceremeyecekti belki de. Talmud’dan Kabala’dan öğrendikleri, Aristo ile Sokrates ve diğerleri ile yenilenip, düzeltilip büyütülmese idi, buradaki düşmanları ile karanlıklarının tünellerinde karşı karşıya gelmeyeceklerdi.

Dışardaki tek can yoldaşının çığlığı kendine getirdi Baruh’u. Sinagogda onu bekleyen koltuğa geri getirdi, bıraktı albatros.

↔↔↔

Ağır, tahta oymalı kapı açılmıştı o sırada. Kar içeriyi doldurdu bir anda ama ağırlaşmış havaya soluk katamadı yine de. Morteira gümüş kadehten bir zamanlar öğrencisi olan Baruh’un genç gözlerini arayarak bir yudum aldı. Eski itaati arıyordu. Artık bulamayacağını arıyordu.

Sinagogda şamdanlarda asılı duran mumlar yerini siyah olanlara bıraktı.

Morteira sorgulamaya başlayacaktı. Ağır ağır Torah (Tevrat) rulolarının durduğu dolabı açtı. Kalabalık dalgalandı.

Göz ucu ile baktı Baruh. Rav timsah gözyaşları dökmeye hazırlanıyor diye düşündü.

Öğretmeni Yunanca ile birlikte ona şunu öğretmişti: “Biz okumuşların (Antik Yunan söylemine uymak için entelektüel yerine bu sözcüğü kullanmayı tercih ederdi) artık bir görevi var. Kapalı odalarımızdan çıkıp ağırlığımızı koymak zorundayız. Dünya bizi bekliyor. Bir düşünce yararlı olmalı. Kimi tehlikelerle çaresiz, yüz yüze geleceğiz. Bu kaçınılmazdır ama para ve iktidar kavgalarının kaynaklandığı asıl nedenleri anlatmalıyız insanlara.”

Evet kutsalın hakikatinin Rav’ın anlattığından farklı olduğunun anlatılması filozofun işi olacaktı artık. Baruh’un gözlerini kamaştıracaktı filozofun modern zamanlardaki işlevi.

↔↔↔

Kar fırtınaya dönüştü dışarda. Kanalların üzerinde gümüşi rengi sular dans ediyordu. Suyun rüzgâr eşliğindeki dansı Baruh’a tarih yolculuğundaki rapsodiyi hatırlatacaktı.

Amsterdam diye düşündü Baruh, bana sorulmadan getirildiğim ve yaşamımın oradan oraya savrulduğu kent.

Ama bu büyülü kentin ismi ile anılacaktı onun da ismi çok sonraları.

Ve bu kent kendisi ile beraber, insana tarihin keskin bir dönemecinde yol gösterici olacaktı.

Tarih sırlarını onu hak edene verecekti.

Rüzgâr ormanların içinde derin yaralar açtı. Karları oraya yığdı. Neden olduğunu tedavi etmek istiyordu sanki. Kendi yaşamına benzetti Baruh bunu. Önünde bir gizeme doğru uzanıyordu hayatı. Portekiz yarası sonsuzdan gelen bir çığlıkla kanıyordu. Kapatılmayı bekliyordu.

Gelmişlerdi Baruh’a bir an evvel buradan gitmesi gerektiğini söylemeye. Bu heremîn sonu baştan belliydi. Kutsalı tekeline almışlardı bunlar.

Yara daha çok kanayacaktı.

Kapanmayacaktı. Tarihsel yazgı uğultulu ormanın içinde aklını başından alamayacaktı ama Baruh’un.

Tarihin Mantığı

Suçlunun özür dilemesinden umudu kesmeye başlamıştı Morteira. Aklına büyük düşmanı Menaşe geldi. Demişti ki ona, senin ölüm dediğine o yaşam diyor. Nasıl uzlaşacaksın onunla. O bireyi sonsuza kadar var ederken, sen onu hiyerarşik bir boyunduruğa sokmak istiyorsun. Vazgeç önünden çekil onun.

Birey özgürleşirken toplumsal bağı da sınırsız gerçekleştirmenin düşündeydi Baruh. Albatros boşuna dışarıda onu beklemiyordu. Sonsuz bir toplumsal bağ derken kim bilir Kant’tan evvel sınırsız bir evrenselliğin düşünü kuruyordu Baruh. Herkesin hakkı olan toprak parçası bütünleşmeye gitmenin temel aşaması idi.

Albatros havalandı. Kanatlarını çırptı sinagogun önünde. Cemaat kızgınlıkla dönüp ona bakacaktı. Kutsalı rahatsız etme mi diyecekti ona sinagogda toplananlar.

Spinoza’yı aldı yine de. Morteira iddianamesini Torah‘ın eşliğinde okumaya hazırlanırken Baruh’u yerine bırakmalıydı. Onu bekleyen vardı; tarih ona yolu açacaktı.

Tarihin Yolunda Tekrar Bir Kazaya Yer Yoktu

Bireysellikle toplumsalın kavşağı, hakikatin adaleti içinde mümkün olabilirdi. Baruh’tan mı öğrenmişti Sartre bunu, kim bilir. İlave edecekti o da insanlığın yazgısındaki bir yasayı; “bugünün ezileni, yarının ezeni.”

Albatros hızlıca geldi tekrar aldı Baruh’u sinagogdaki koltuğundan. Karlı bulutların altında bir yerlerde bekleyen Sartre’ın yanına götürdü…

Kulağına eğilecekti Baruh onun. Kim bilir hangi boyutu anlatmaya çalışacaktı gözlerini kocaman açmış filozofa.

Albatros aldı geri götürdü Baruh’u. O da kaçmayacaktı Sokrates gibi.

Tarihi düşündü, insanı düşündü yolda. Bugünü tahayyül etti; “bugünün ezileni, yarının ezeni.”

Kaçınılmaz ve değiştirilmez bir yasa mıydı bu?

Anlamsız mıydı tarihe müdahale etmek?

Ama başka türlü yaşanmazdı ki, sonsuz bir bütünlüktü kutsallık.

Tarih çoğul iken hakikat niye tek olmasındı.

↔↔↔

Baruh yerini aldı. Morteira iddianamesini okumaya başladı.