Yıllardır sürekli olarak okumaya, bilgilenmeye, okuduklarımı anlamaya çalışıyorum. Kuşkusuz bu eğilimim düşünen, sorgulayan herkes için çok doğaldır; ama bir konuda, benim gibi birçoğumuzun söylemediği, belki aklına bile getirmediği bir korkuyu da dile getirip paylaşmak istiyorum:
İnançlarım ve düşüncelerim arasında sıkışıp kalmak!
Çocukluğumdan bu yana bağlandığım, çevremden etkilendiğim, gelenekler doğrultusunda uyguladığım kimi inançlar, yaşantımda hiç eksik olmamıştır. Yeryüzündeki insanların büyük bir çoğunluğunun da adı ne olursa olsun, inançtan gücünü alan, ritüellerle beslenen, zaman zaman da ona sığındığı bir öğretisi mutlaka vardır. Bunu hiç sorgulamıyoruz. Zaten inanç dedikten sonra bunların doğruluğu, gerçekliği üstünde de tartışmamız gerekmiyor. Bunlar, benim olduğu kadar birçoğumuzun yaşantısı içinde yol gösterici oldukları gibi gün oluyor birer sığınma limanı olarak yer alıyorlar. Daha da önemlisi yaşantımıza anlam katmaları açısından da her zaman ve koşulda öne çıkmaktadırlar.
Belki de biz, onlara bilgimiz ve korkularımız doğrultusunda, kimi zaman sakınarak, kimi zaman umutla, kimi zaman da umarsızlıktan dört elle sarılmaktayız.
Sözlerimin başında da belirttiğim gibi okumaya, bilgilenmeye, sorgulamaya giriştiğimiz sürece, inançlarımız ile ilgili soru işaretleri doğal olarak çoğalacaktır.
Sanırım, bu bağlamda üstünde durmamız gereken en önemli konu inanç ve kuşku ilişkisidir. Bir başka deyişle, inancın var olduğu bir yerde kuşkunun barınamadığını biliyoruz. Oysaki arayış içinde olan bir insan için, atacağı ilk adım her şeyden kuşku duymaktır; düşünerek, sorgulayarak, yanıtların peşinde koşarak…
Zaman zaman da şunu düşünüyorum:
İnanç sistemleri neden bizim en zayıf yanımızı, isterseniz korkularımızı kullanarak diyelim, yaşantımızı yönetmeye çalışıyor? Kim bilir, belki de onların en önemli gücü bizim güçsüzlüğümüzden kaynaklanmaktadır!
Albert Einstein’ın şu sözlerini paylaşmak istiyorum:
“İnsanlığın manevi gelişimi ilerledikçe, hakiki dindarlığa giden yolun da hayat, ölüm ve körü körüne inanıştan değil, mantıklı bilgi edinme için çabalamaktan geçtiğinden emin oluyorum.”
Ünlü bilim insanının bir başka sözü de şöyle: “Ben son derece dindar bir kâfirim, bu da yeni bir din işte.”
İskoç düşünür David Hume Tanrı’ya ve dinlere inanmazmış. Buna karşın her Pazar günü John Brown’ın kilisedeki vaazlarına katılmaya önem verirmiş. İnsanlar ilkelerine karşıt olan bu davranışının nedenini sorduklarında ünlü düşünür gülerek şu yanıtı vermiş:
“John Brown’un söylediği hiçbir şeye inanmıyorum; ancak o, tüm söylediklerine yürekten inanıyor. Ben de haftada bir kendine tümüyle inanan bu adamın sözlerini dinlemeye özen gösteriyorum!”
Hume’un bu sözleri bana şunu düşündürtüyor:
İster inançsız biri olalım, isterse çevremizden tümüyle farklı olarak kendimize göre bir inancı savunalım. Karşıt görüşteki insanlara sırt çevirmek ya da inançlarını eleştirmek yerine, onların öğreti ve yaklaşımlarına ilgi duyup anlamaya çalışarak, düşünce ufkumuzu daha çok genişletebiliriz. Belki de bu şekilde inanç ve düşüncelerimiz arasında sıkışıp kalmaktan az da olsa kurtulabiliriz.