Yunan sınır polisinin gazabına maruz kalan göçmenlerin yaşadıkları dramı görmek vicdanları sızlattı. Öte yandan, sınır ötesinde Suriyeli sığınmacılar için güvenli bir bölge yaratabilmek uğruna verilen şehitler kamuoyunda bir adaletsizlik duygusu yaratıyor.
‘Geçici Koruma’ olarak tanımlanan hukuki statü kapsamında ülkemizde barınan Suriyeli sığınmacı ve mültecilerin Şubat 2020 sonu itibarı ile 3,6 milyon kişi olduğu belirtiliyor. 2011’den bu yana baktığınızda, girişlerin neredeyse tamamının 2014 ile 2016 arasındaki 3 senede gerçekleştiğini görüyoruz. 2013 yılında çıkarılan kanuna göre,
Geçici koruma, kitlesel akın olaylarında acil çözümler bulmak üzere geliştirilen bir koruma biçimidir. Devletlerin geri göndermeme yükümlülükleri çerçevesinde kitleler halinde ülke sınırlarına ulaşan kişilere, bireysel statü belirleme işlemleri ile vakit kaybetmeden, uygulanan pratik ve tamamlayıcı bir çözüm yoludur.
‘Kitlesel akın’ karşısında uluslararası hukuk kuralları ile düzenlenen bireysel sığınma prosedürünü işletmeye zaman olamayacağından, Kanun “önce kabul et sonra işlem yap” mantığı ile düzenlenmiş. Kanunda aynı zamanda üçüncü güvenli ülkeden gelenlerin veya direkt hayati risk altında olmayan sığınma taleplerinin reddine dair maddeler de bulunsa da, üç sene arka arkaya yılda en az 1,2 milyon insanın giriş yaptığı bir ortamda kimin gerçek sığınmacı kiminse araya kaynak yapan göçmen olduğunu ayırt etmenin imkânsızlığı ortada. Öte yandan, kanunda bu misafirperverliğin kamu maliyesine getireceği ek maliyetinin nasıl karşılanacağına dair bir bilgi bulunmamakta.
Bugün ülkemizdeki Suriyeli nüfusunun yarısına yakın bir kısmı, yani 1,7 milyon kişi 18 yaş ve altında. 0-4 yaş arasında 490 bin bebek ve küçük çocuk var; senede 125 bine yakın bebek dünyaya geliyor. Ülkemizde en yüksek Suriyeli sayısına sahip ilk üç ilimiz şöyle: İstanbul 492 bin, Antep 452 bin ve Hatay 441 bin. Kilis ilimizde 115 bin göçmen var ama bu ilimizin kayıtlı nüfusuna göre göçmenlerin oranı yüzde 81.
Sığınmacı sorunu sadece Türkiye’de değil; Lübnan’da 1 milyon, Ürdün’de 650 bin kayıtlı göçmen var. Lübnan geçen gün yurt dışı borç senetlerini ödeyemeyeceğini ilan etti. Bu sonuçta Suriyeli sığınmacıların payı da olabilir.
Yapılan anketlerde Suriye sınırları içinde güvenli bir bölge ihdas edilir ise döner misiniz, diye sorulan dört Suriyeliden sadece biri “geri giderim” diyor. Demek ki, olayın ‘geçici’ tarafı kalmadı. 2,5 ila 3 milyon Suriyeli artık misafir değil, Türkiyeli. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin raporuna göre 2020-21 senelerinde ülkemizde bulunan 5-17 yaş arasındaki 750 bin sığınmacı çocuğun örgün eğitim imkânlarından yararlandırılması ve 2 milyon kişiye de nakit yardım yapılması hedeflenmekte.
Türkiye’nin şimdiye kadar sığınmacılar için 40 milyar dolardan fazla harcama yaptığı ifade ediliyor. Eğer bu iş kalıcı hale döner ise (ki dönmüş görünüyor), ekonomik kriz ortamında bu yüksek maliyetin nasıl karşılanacağı sorusu endişe veriyor. Ülkemizdeki Suriyelilerin bir an önce üretken olmaları gerekiyor.
Suriyeli sığınmacılar sorununun giderek büyüyen bir paylaşım sorununa evrilmesine tanık olmaktayız: Türk halkı kendi ekonomik sorunları var iken kamu kaynaklarının sığınmacılara tahsis edilmesinden rahatsız. Türkiye, AB ülkelerinin maliyet paylaşımında sınıfta kaldığını sınırlarını açmak suretiyle ilan etmiş oldu. Bugünkü durumdan Suriyeliler mutsuz, Türkler mutsuz, AB mutsuz. Vicdanlar sızlasa da maliyetler korkutuyor.
Büyük ölçekte bakıldığında bu maliyetleri kaldırabilmenin yegâne çözümü katılımcı ve kalıcı ekonomik büyümeyi yakalayabilmekte. Çin tecrübesi gösteriyor ki, yüz milyonlarca insanın 20-30 sene gibi kısa bir sürede akut yoksulluktan kurtulabilmeleri mümkün. Öte yandan, ekonomik büyümenin olmadığı ortamda yükün her kesim tarafından daha ağır hissedileceğinden kuşku yok.
Birleşmiş Milletler verilerine göre dünyada 600 milyondan fazla insan günde 1,9 dolardan az bir imkân ile yaşıyor; bunların çoğu Afrika’da. Ne yazık ki, piyasalardaki günlük iniş çıkışlara odaklanmaktan, kötü yönetimler ve paylaşılamayan kaynaklar yüzünden çıkan iç savaşların sebep olduğu insanlık trajedilerine umarsız kaldık. Afgan ve Suriyeli mültecilerin Yunan sınırına yığılmaları bir uyandırma servisi gibi her gün birçok ülkede yaşanan insanlık trajedilerinin yeniden ekranlara yansımasını sağladı.
Küresel ticaretin artması ile gelen zenginlik eşit dağılmıyor ama, kötü yönetimler ve yerel savaşlar nedeni ile oluşan külfet en azından mülteci akınları üzerinden gelişmiş ülkelere yansıyor. İnsanlık adına, mülteci sorununun yarattığı maliyeti paylaşmak gerektiği aşikâr. Esas sorun bu paylaşımın hem acil hem de adil olabilmesi.