Sen kimsin canım benim?

Ayşe ACAR Köşe Yazısı
18 Mart 2020 Çarşamba

Korona virüs hastalığı (Covid-19) gündeme düştüğü an itibarıyla virüsün biyolojik bir silah olduğuna dair komplo teorileri de dolaşıma girdi ve her zamanki gibi ciddi alıcı buldu. İçinde bulunduğumuz tarihsel dönemin en dikkat çekici özelliği olan “uzmanlık alanımız olmamasına rağmen sosyal medyadan görüş bildirme” trendinden bu durum da nasibini aldı.

“Bence korona virüsü biyolojik bir silah!” Bu ve buna benzer bir ifadeyi sosyal medya hesabından yazan herkese “Sen kimsin canım benim?” demek istedim, tek tek, herkese! (Yüz yüze karşılaşmalarda bunu söyleyen her tanıdığıma söyledim ama). Sen kimsin, biz kimiz? Neye dayanarak sence korona virüsü biyolojik bir silah oluyor? Mikrobiyolog muyuz? Laboratuvarda virüsü inceleyip yapay bir durum mu tespit ettik? Dünyanın dört bir yanında çalışan uzman insanların raporlamadığı, söylemediği bir durumu biz nasıl söyleyebiliyoruz? Bu sorunun makul bir cevabı yok. Uzmanlık alanları dışında iddiada bulunan kişilerin bir dirhem akılları yok ve bunun farkında değiller.

Durup, “Ben nasıl olur da korona virüsü biyolojik silahtır dedim, benim bu konuda bir eğitimim, yayınlanmış bir tek bilimsel makalem bile yok, nasıl olur da görüş bildirdim” dese, diyebilse, kendini eleştirebilse Türkiye başka bir yer olmaya başlardı şüphesiz.

Biyolojik silah iddialarına bir şey daha eklendi; “Virüsün aşısı bulunacak (hatta bulundu virüsten önce, stoklarda bekliyor satış ve kar için) ve bu aşı bizi kısırlaştıracak.” Aşı bizi kısırlaştıracak, aşı bizim ‘muhteşem’ zekâmızı azaltacak, aşı bizi hasta yapacak… Aşı karşıtlığının yıkıcı sonuçları sayısız kez raporlanmış olmasına karşın komplocular bitmiyor, bitemiyor. İnsanlar bilmek değil inanmak istiyorlar. Bilmek, zahmetli bir süreç. Bilmek için emek verip eğitime dahil olmak, eğitim sürecinin tüm o zahmetli aşamalarından geçmek, yıllarını bilen kişi olmak için harcamak gerekiyor.

İnsanlar inanmaya eğilimlidir; uzaylılara, altın çağlara, mistik aydınlanmalara… İnsanlar uzayı, insanlık tarihini, aydınlanma kavramını bilmek istemezler, inanmak varken bilmeye gerek yoktur.

Bu son derece kalitesiz eğilimin yegâne nedeni içeriksiz bir özgüvendir. Özgüvenden kastım bir eğitimden geçmiş, geçebilmiş, formasyon kazanmış akıldır. (Akıl kimi zaman eğitim almış olsa dahi formasyon kazanamamış da olabiliyor nitekim üniversite mezunu olan ama henüz düşünme faaliyetini kendi aklı ile başaramayan binlerce insan var.) İçeriksiz akıl Kant’ın değimi ile kördür, (ki Kant’ın ifadesi başka bir şeye gönderme yapar) bilgi üretmez. Bir şey kavrama, kavrayışa dönüşmediğinde asla bilgi olamaz.

Kavrayış zahmetli olduğu için bilgi değil dedikodu ilgimizi çeker. Bilmekle ilgilenmediğimiz için dizi oyuncularının, mankenlerin, ünlü olan herkesin isimlerini ezbere biliriz, felsefi bir tek kavramın ne anlama geldiğini bilmeyiz. “İyi nedir? Doğru nedir? Özgürlük nedir?” asla ilgimizi çekmez ama sosyeteden kim kiminle flört ediyor ya da evleniyor diye deli gibi merak ederiz. Ve hayatı bundan ibaret olan bizler görüş bildiririz; bence virüs biyolojik silah, bence uzaylılar var, bence enerji diye bir şey var.

Sence uygunsa Tesla ve Einstein’a hemen haber verelim, eksik kalmasınlar bu bilgiden.

Ha bir de “Bence robotlar dünyayı ele geçirecek” diyen uzmanlarımız var, ne diyelim; inşallah be güzelim!

İyi eyleme örnek verebiliyoruz ama ‘iyi’ kavramı nedir bilmiyoruz, aynı şey özgürlük, adalet, sevgi, aşk, mutluluk, değer, vb. için de geçerli. Sokrates’in bugün hâlâ dev bir filozof olmasının nedeni tam burada gizlidir. Sokrates, her şeyi zaten bildiklerini zanneden insan topluluğuna tek tek durumun öyle olmadığını göstermiş ve bunu gösterdiği için büyük rahatsızlıklara neden olmuş bir filozoftur. Gündelik yaşamda kullanılan kavramların aslında bilinmediğini insanların yalnızca dedikodu yaptığını sayısız kez ispat eden bu büyük filozofun düşünceleri hâlâ geçerliliğini koruyor.

Her şeyi bilmek zorunda değiliz, bilemeyiz de zaten. Ama bilmediğimiz bir konuda görüş bildirmememiz gerektiğini bilebiliriz, bu çok zor olmasa gerek. Delf Mabedi’nin kapısında yazan “Gnothi Seauton” (Kendini Bil) ne kıymetli bir sözmüş! Kendini bil; kendini tanı, kendine yönel gibi çeşitli anlamlar taşırken kişi kendini bilmeye şüphesiz ki bulunduğu yerden başlamalıdır. “Ben kimim?”, neyi biliyorum, neyi bilmiyorum, sınırım nedir, bu sınırı nasıl genişletebilirim? Başlangıç noktası, mevcut beni bilmek anlamına gelir. Ama başlangıçta olmayan bir şeyi var sayarak yola çıkmak, mesela henüz mikrobiyolog olmadan virüsün biyolojik silah olduğu söylemek, tıp doktoru olmadan hastalıklar hakkında görüş bildirmek, en naif ifadeyle kendini bilmemek demektir.

Eğer biri bize “Her konuda konuşabilen insan çok şey biliyordur” dediyse ve biz bu sebeple konuşmamız gerektiğini düşünüyorsak hata yapıyor olabiliriz. Bildiğimiz şeyler mutlaka vardır ama her şeyi bilmek zorunda değiliz. “Bilmiyorum,” sözü yeryüzünün en asil kelimesidir. “Bilmiyorum” asil, dengeli, saygılı, zarif bir kelimedir ve ne kadar çok kullanırsak o kadar kârdır.