Şimdinin kolerası korona adeta yaktı, küle döndürdü dünyayı. Şu ahir ömrümüzde bunu da mı görecektik yok artık dediğimiz salgın hastalık hasadı da başımıza geldi, artık ne diyeyim… Dünya o kadar birleşmiş durumda ki kaçacak yer de yok; üç gün önce Çin’de çıkan bir virüs üç gün sonra dünyanın her yerinde onlarca hasta insanın ortaya çıkmasına neden oldu. Ancak eski dünyada salgın hastalıklar yayılmasına rağmen o kadar da hızlanamıyordu. Yüzyıl önce uçaklar yoktu, gemiler bu kadar hızlı gitmezdi, insanlar develerle, atlarla yolculuk yapıyordu; en fazla mahallesindeki amcayla, teyzeyle, ailesiyle bir aradaydı. Osmanlı dedelerimiz de salgınlarla bir arada yaşadılar ama eski dünyada salgınları engelleyebilmek belki de tüm bilimsel olanaksızlıklara rağmen daha kolaydı. Yazımda 1865’te Hicaz’dan gelen hacıların da hayatlarını karartan kolera salgınına dönemin dünyasının bakış açılarını yansıtacağım.
Salgın hastalıklar bazen dünyanın batısından doğusuna bazense doğusundan batısına yayılmıştır. Bugünkü yazımızın konusu 1865 yılında yaşanan kolera salgını. Neden bu yılı seçtim biliyor musunuz? Çünkü Hicaz bölgesinde 1831’den 1916’ya kadar 22 salgın kaydedilmesine rağmen 1865’teki salgının diğerlerinden farkı Hac için bölgeye gelen Müslümanların o yıl önceki yıla göre dört kat daha fazla olması ve bu oran nispetinde insanın daha çok ölümü. Salgından yaklaşık on yıl önce, 1858’de İskenderiye, Kahire, Süveyş demiryolu yapıldı; demiryolu Kızıldeniz ile Akdeniz arasındaki buharlı gemi taşımacılığını birleştirmişti ve açılmış olan bu yollar hacılar tarafından kullanılıyordu. Yollar hacılara güvenli bir kısalık kazandırmakla birlikte salgın hastalığın Avrupa kıtasına gelmesini de hızlandırabilirdi. Dönemin gazetelerinden Tasvir-i Efkar, Courrier d’Orient, Journal de Constantinople’dan öğrendiğimiz kadarıyla 1866 yılı başlarında salgın artık Avrupa devletlerini heyecanlandıracak pozisyonlara gelir. Bunun üzerine 13 Şubat 1866 tarihinde başlayan ve 26 Eylül 1866’da sona eren ciddi bir toplantı düzenlenir. Conférence Sanitaire Internationale’e, Avusturya, Fransa, Belçika, Danimarka, İspanya, ABD, Büyük Britanya, Yunanistan, İtalya, Hollanda, İran, Portekiz, Prusya, Rusya, İsveç, Norveç, Osmanlı Devleti, Mısır ve İran katılır. Konferansta ortaya çıkan raporlarda, koleranın kaynağı Güneydoğu Asya olduğu bilinmekle beraber, Avrupa için asıl tehlikenin deniz taşımacılığı ile Kızıldeniz’den gelen hacıların Mısır’a gelişlerinden sonra yapılacak hiçbir şeyin kalmadığı yönündedir. Koleranın doğal engeli çöldür; salgının Avrupa’ya ulaşmasını önlemek için hacılar ya doğrudan karadan gidecekler ya da Cidde’den gemiye bindirilip oradan geri dönemeyecekleri bir uzaklıkta Arap Yarımadasında karaya çıkartılarak karantina süresini tamamlayıncaya kadar bekletileceklerdir. Sonrası Allah kerimdir. Koleranın asıl merkezi olan Güneydoğu Asya’da hastalığı önlemek yerine Fransız önerisine göre hacıların Mısır’a karayoluyla ulaşmasına, dayanamayacak olanların da çölde yok olmalarına göz yumulmasına tepkiler ağırlıklı olarak İran temsilcisi Malkom Han ve Osmanlı Devleti’nden gelir. Gemilerde 18 bin hacı vardır ve bu insanlar için 18 bin deve bulunamaz, saatte ancak 3 kilometre yürüyebilen bir deve günde 30 kilometre yol alabilir. Yolculuk karantinadan da uzun sürecektir.
Dönemin gazetelerinden söz etmiştim, La Turquie Gazetesi’nde şubattan hazirana kadar çıkan yazılarda önce İran, Rusya, Türkiye ve İngiltere’nin Müslüman halkları nedeniyle konferansta ret oyu verdiklerini; Girit, Sicilya ve Selanik limanlarında hacdan gelen gemilerin karantinaya alındıklarını; Tasvir-i Efkar Gazetesinde 1866 yılında neredeyse koleradan söz eden tek bir haber olmadığını; Osmanlı Devleti’nin karantinayı desteklediğini ama hastalığı bile bile hacca giden müminlere halife sanına sahip 2. Mahmut’un haccı yasaklamak istemediğini; İran temsilcisi Malkom Han’ın savının desteklendiğini öğreniyoruz. Avrupa ülkeleri, hacdan gelen insanları limanlarda karantinaya alarak bekletmiş ve sonra ülkesine kabul etmiştir diye anlıyoruz.
Eski dünyada işlerin üzerini örtmek, saklamak belki daha kolaydı ama bugünün dünyasında o işler o kadar da kolay değil çünkü artık herkes haberci, herkes muhabir. Neyi nasıl düşüneceğimizi şaşırdık diyebilirim, devamlı televizyon açık, sürekli bir takım profesörler, doktorlar, bilim kurulu başkanları evin içinde bangır bangır konuşuyor. Bir Sağlık Bakanı, bir kurul başkanı ne diyor diye yakalamaya çalışmaktan serseme döndük. O çok güvendiğimiz, inandığımız pozitif bilimler dünyası görünmeyecek kadar küçük virüse yenik düştü düşecek neredeyse. Sanki uzak bir yolculuktan dönecek yakınımızı bekler gibi özlemle, dünyanın önde gelen bilim insanları bizim evin arka odasında bulacak da biraz sonra öğrenecekmişiz gibi bir tuhaflık içinde, laboratuvarlarda aşıyı ha buldular ha bulacaklar diye bekliyoruz. Koronanın o kadar avucunun içindeyiz ki ne ekonomi, ne siyaset, ne dostlar, ne para, ne yemek, ne alışveriş, ne mülteciler, ne Suriye, ne Irak, her şey ama her şey hayat adeta ‘iptal’ modunda. Ama unutmayalım ki insanlık salgın hastalık illetiyle her yüzyılda birkaç kez karşılaştı. Defalarca ders aldı ama insanın en bilindik zaafı olan ‘unutkanlık’ illeti sayesinde ‘unuttu, unutuldu, bitince önemini yitirdi’. Bir de tabi bu salgın hastalıkların insanlığa öğretmeye çalışıp da öğretemediği bir önemli gerçek daha var ki o da bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyemiyorsunuz, bana dokunuyor o zaman yayılıyor, herkes de yanıyor ve de bitiyor. Ancak her ülke kendi halkını korumak adına sınırlarını kapatmaktan, sert önlemler almaktan, önce can sonra canan demekten kaçınmıyor, kaçınamıyor.
Bu büyük felaketten hepimizi büyük dersler, büyük güzellikler alarak, doğruları görerek, safları sıkılaştırarak; elimize, belimize, dilimize sahip çıkarak, ellerimizi yıkayarak, gönlümüzü yıkayarak, özümüze dönerek, iç sesimizi artık susturmayarak, aşıyı ABD’mi Almanya’mı dünyaya satacak polemiğini bir yana bırakarak, dünyanın 230 milyonu aşan mültecilerini ne yapacağımız da düşünerek yaşamaya, dua etmeye davet ediyorum.