Her gün yüzlerce insanın arz-ı endam ettiği sokaklar, caddeler bomboş, benim buralarda. Yürümekte bile zorlandığınız yerlerde, şimdilerde tek tük insan geçerken, sizi görenler vebalıymışım gibi yolunu değiştirdiğinde müthiş bir yok oluş psikolojisi alanında gezmeye başlıyor ruhum...
Yaklaşık üç haftadır evdeyim. Zorunlu birkaç kısa, gıda alışveriş dakikaları dışında sokağın oksijeni girmiyor ciğerime.
Her gün yüzlerce insanın arz-ı endam ettiği sokaklar, caddeler bomboş, benim buralarda. Yürümekte bile zorlandığım yerlerde, şimdilerde tek tük insan geçerken, sizi görenler vebalıymışım gibi yolunu değiştirdiğinde müthiş bir yok oluş psikolojisi alanında gezmeye başlıyor ruhum...
Daha birkaç hafta öncesi yarım metreden az mesafeden konuştuğum insan uzaktan el salladığında nasıl tuhaf bir sosyal ilişki boyutuna geçtiğimin resmi beliriyor gözlerimde.
Gündüz gördüğünüz tek tük motorlu araçlar, akşam saat yedi oldu mu tıpkı aynı saatlerde İsviçre’nin disiplinli ama renksiz ve keyifsiz şehir hayatında oldukları gibi birden toz oluyorlar.
İnsan sesi yok, araç sesi yok, nedense köpekler bile havlamıyor bu garip zamanlarda. Daha bir ay önce, gecenin ikisinde bile caddenin bir tarafından gelen bangır bangır müzikimsi sesleri bile özlüyorum galiba…
Pencereyi açtığımda ise uzun zamandır hissetmediğim tertemiz havayı iliklerime kadar hissediyorum. Yoksa gerçek virüs biz miydik?
Sokaklar bomboş ama ben canlıyım galiba. Sevdiklerimi ekrandan görüyorum ama dokunamıyorum. Gerçek değiller mi yoksa?
Artırılmış gerçeklik mi yaşadığım yoksa?
Yalnızlık benliğimi sarıp sarmalıyor iyice… Yoksa birden, gelecekteki bir distopik zamana fırlatılmış işlevsiz bir canlıya mı dönüştüm? Yoksa rüyada mıyım?
Kafamda deli sorular, gidip gelen tuhaf sanrı alametleri.
Yanımda eşim olmasa geçmişle ilgili hiçbir gerçeklik kalmayacak zihnimde.
Yoksa sürekli beynime pompalanan olumsuz haberler ve üstüne sorumsuzca, elinizdeki alete gönderilen kirlenmiş ve kirletilmiş bilgilerle dolu kıyamet hurafeleri beni ölüm korkusuna mı teslim ediyor?
Memento Mori benliğimi mi ele geçiriyor?
Marcus Aurelius ölümü hatırlamak için kulağına bu iki sözcüğün habire fısıldanmasını istediğinde neden bu kadar korkuyordu?
Yoksa yaşamındaki muhtemelen tekrarladığı anlamsızlıkları hatırlamayı ve ölümlü olduğunun beynine kazınmasını mı istiyordu?
***
Her önüme çıkan yazı veya görüntüde sürekli, “Hiçbir şey eskisi olmayacak”kehanetinin doğru çıkmasını kim istemez ki?
Ama insanın fıtratının temelden değişemediğini ve beyninin bilişsel evriminin birkaç kuşağa yayıldığını çok iyi biliyorum.
Her dünya savaşı esnasında aynı kehanetleri yapanlar, savaş sonrası bir süre gerçekleşen pembe teneffüs zamanlarının ertesinde insan davranışının eski tas eski hamamkıvamında ilerlediğini görmedi mi?
Korona virüsü salgınının insanın günlük yaşam alışkanlıklarını değiştireceğini, örneğin daha az tüketeceğini savlayanlar her yerde parlak söylevler vermekte. Kapitalist düzenin yıkılacağını, belki de faşizmin dünyaya egemen olacağını savlayan çokbilmişler de sürekli yeni dünya düzeninden bahsediyor.
Oysaki yüzyıllardır insanın beyni sürekli tüketmek üzere programlanmış, özellikle Sanayi Devriminden sonra. Hem, tüketmediği zaman üretimden yoksun devletlerin insanlarının tamamen işsiz ve işlevsiz kalacağını düşünmemek de mümkün mü?
Ya, insanın ego merkezli ve sürekli kazanmaya odaklı yaşam biçimini bir görünmeyen virüs mü değiştirecek kısa bir zaman içinde?
Irkçılığı, ayırımcılığı, kadın şiddetini, çocuk tacizini, insanların hücrelerinde, aslında birlikte yaşamak için yerleşmeye çalışan mikroskobik organizmalar mı bitirecek?
İnsanın çıkar çatışmasının olduğu her mikro ve makro noktada, kavgaların, hatta savaşların biteceği ve yeni bir dünya düzenine geçeceğimiz okumasının gerçekleşmesinin nasıl mümkün olacağını soruyorum bu bol kehanetli naifyazıları gördüğümde.
Henry Kissingerve Kraliçe Elizabeth korona günlerinde hafızalarının 1944’lere gittiğini ve o günlerdeki zorlukları hatırlayarak bugünün de üstesinden gelineceğini savlıyorlar.
Evet, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez, koca yerküremiz yaşamsal bir sorunla karşı karşıya galiba.
O halde üstesinden gelirsek, en azından bazı öğrenilmiş hatalarımızı tekrarlamamak için uğraş vereceğimiz sözünü verebilir miyiz bu ölümlü dünyada, virüsün zengin – yoksul, şişkin egolu – mütevazı ayırmaksızın insanın vücuduna girdiği gerçeği karşısında?
Hepimizin topraktan gelip toprağa er veya geç gideceğimiz mutlak doğrusu karşısında?
Virüs salgını geçtiği zaman kısa bir teneffüs zamanından sonra eskiye mi döneceğiz yoksa öteki ile ilişkilerde? Yoksa ‘yeni normal’mi oluşacak hayatlarımızda?
Naif olmamak lazım.
Kuşaklar arası değişebilecek bir gerçekliği çok kısa zamanda beklemek hayal etmek bile güzel aslında.
Virüs şimdilik bana, sadece insanın ölümlü olduğunu düşündürtüyor kimi geçmiş zamanlarda aklıma gelen deli anlarda olduğu gibi.
İnsanın yaratılışından beri değişmeyen tek mutlak gerçeği var.
Hepimiz istisnasız faniyiz.
Geldik, ve belki de Sartre’in deyimiyle yeryüzüne ‘fırlatıldık’, lakin gideceğiz de mutlak olarak bilinmeyene bu diyarlardan.
Arada güzel günler de göreceğimizi hiçbir zaman unutmayacağız.
Koronanın en büyük dersi bu olacak belki de.
Gözden geçirelim benliğimizle ilgili her detayı.
Hırsımızı, hasetlerimizi, kıskançlıklarımızı, kibrimizi, kabarmış egomuzu masaya yatırmamız gerek. Ruhumuzun derinliklerinde fırsat bekleyen kötülüğün dışarıya çıkmasına karşı durmak gerek.
Bugünü sakin dolulukta, Dionysos ile Apollon dürtülerinin dengeleri ışığında yaşamak gerek.
Bir iz bırakmadan terk etmemek de gerek.
Zira ölümlüyüz ve bu dünya kimseye kalmayacak.
Memento Mori.
***
Pesah Bayramı vesilesiyle kurtuluşun ve özgürlüğün daim olmasını diliyorum.
Tüm dindaşlara Hag Sameah.
Seslendiren: Janet Mitrani