Bir Özgürleşme Arayışı -7: Rav Menaşe’den Spinoza’ya

Tanrının İradesi Rav Morteira’da Dile Gelebilir mi?

Metin SARFATİ Köşe Yazısı
15 Nisan 2020 Çarşamba

Soğuk bir sis martıları kuşatarak yükselmeye başlamıştı kanalların üzerinde. Kendileri görülmezlerse bile havada asılı kalan çığlıkları uzaklardan duyuluyordu. Ara ara dağılır gibi oluyordu duman. Yokluğa karışıyordu aniden. O zaman daha küçük daha çevik olan bir albatros çığlığı ile beraber yükselebiliyordu. Delmeye çalışıyordu sanki gökyüzünü anlamsız bir renge boyayan sisi.

Bir tanesi öylesine yükseldi ki, bir hamlede geldi Büyük Sinagogun penceresinin önünde yerini aldı. Portekiz’in güneşinden kovulanlar içerde paltolarına sarılırlarken Amsterdam’ın albatrosu üşümeyi aklına bile getirmeyecekti.

Dalgın gözlerle pencerede albatrosunu arayan Baruh’a ayağa kalkmasını söylemiş olmalıydılar; farkına varmadan kalkacaktı o da. Rav Morteira elindeki kağıtla ağır ağır ilerleyip dini mahkemenin kararını okumaya hazırlanıyordu.

Gülümsedi artık filozofluğu tescil edilen Spinoza. Kimse inanmazsa da kendisine rağmendi bu gülümseme. Filozof olanın gülümsemesi idi bu. Artık muhakeme edecek bir şey kalmadığında gülümseyen akıldı bu. Corneille’in1tarih ve hukuk kendisinden yana olduğu için kendisini üstün gören Nicoméde’inin2gülümsemesi idi bu.

Morteira güveniyordu kendisine, ülkenin siyasal iktidarının da kendisini destekleyeceğinden emindi. Yahudi cemaatinin önderlerinin iktidarını sarsmaya kalkan, onlar için de tehlike oluşturabilirdi. Öyle ise egemenler birbirleri ile kuşkusuz dayanışma içinde olacaklardı. Kilise ile Yahudinin iktidarları el birliği içinde olmalıydılar birbirleri ile.

Baruh gülümsedi tekrar; teolojinin iktidarının analizini yapmayı daha yeni bitirmişti teolojik-politiğinde.

Dehasını inkâr etmeye zorlanan Galile düştü aklına her nedense. Yaşamı niye son bulmamıştı ki despot dinsel iktidar onu yargılarken?

“Ve biz” diye başladığında Morteira; Rav kendini Sinai’ın tepesinde sanıyor diye düşünecekti filozof. Devam edecekti Rav: “Meleklerin tebliğine ve tüm kutsallarımızın emrine uyarak Baruh de Spinoza’ya mahkemece lanet ediyoruz. Kitabın buyruklarına uygun davranarak onu aforoz ediyoruz. Diyoruz ki gece ve gündüz lanet onun üzerinden kalkmasın, yattığında ve kalktığında lanetimiz onu takip etsin, çıkarken ve girerken her daim bedduamız onu takip etsin. Efendimiz dileriz onu hiç affetmesin ve ateş yağdıran yıldırımları tüm şiddeti ile onu hedef alsın.”

“Uyarıyoruz ki; onunla kimse sözlü ve yazılı olarak ilişki kuramayacaktır, ona yaklaşamayacaktır, onunla aynı çatı altında kalmayacaktır, onun yazdığı hiçbir şeyi okuyamayacaktır. Amen.”

Dışarı çıktı filozof. Sis dağılmıştı. Büyük beyaz bulutlar bir nokta haline gelmişti. Üşümüyordu Spinoza. Yoksa artık Portekizli değil miydi? Mümkün müydü böyle bir şey diye düşündü. Din adamı her şeye hâkim olanın sözcülüğüne soyunabilir miydi? Ya kendisi; aforoz edildiğinde halkı ile olan ortaklığı biter miydi? Hem neydi Yahudilik. Rav Menaşe’nin ‘Esperanza de İsrael’inde’ başka şeyler yazıyordu. Rav ona ders verirken de başka bir Yahudilik anlatmıştı.

Kimdi sahiden Yahudi? Erdemin öğrenilmesi için kitabın emrine ihtiyaç duyan mıydı? Kendini farklı hisseden miydi? Kendini ayıran mı farklı olurdu yoksa farklı olan mı ayrılırdı?

Yahudi olmayı Morteira yasalara (ve kendisine) istisnasız uymak diye tanımlayacaktı. Ama birden çok olamaz mıydı Yahudiliği algılama şekli. Bu da resmi Yahudi doktrininden, kurumlarından farklı olamaz mıydı? 

Kanalların ülkesi özgürlüklerin yurdu. Uzağa baktı Benoit. Kapanmıştı ufuk nerde ise. Buz parçaları mıydı düşmeye başlayan. Hayır kristal taneleriydi.

Albatros geldi aldı Spinoza’yı; götürecekti onu buralardan.

***

Morteira, sinagogdan yalnız çıktı. Albatroslarla konuşamazdı o. Düşünceliydi. Bu soğuk kanallar ülkesini hiç sevememişti. Hayır yanlış yapmamıştı. Muhafaza etmek şarttı. İnsanlığın ihtiyacı olan şey kesinlikti. Çocuklar güvenlik çemberi olmadan ortalığa salınamazlardı. Tehlikeli bir yerdi bu kanallar kenti. Buz gibiydi. Kılavuzsuz yollarını kaybederdi insanlar.

Hem onun kendi iktidarını perçinlemek amacında olduğunu kim söyleyebilirdi? Ama halkın yönetimi iktidarın da muhafazasını gerektirmez miydi?

Gelenek sonunda muhafaza edilenin birikimi değil miydi?

Yahudi Olmak?

Akşam olmuştu. Gölgeler dans ediyordu kanalların üstünde . 

“Düşünmeyecek olsaydım doğmuş olmama bile gerek kalmazdı” diye mırıldandı pencereden bakarken Benoit.

Bütün yaşamım ezilmişliğin, yakılma tehditlerinin, işkencenin öyküsünden ibaret. Bugün aforoz yarın kim bilir yok edilme.

Gülüşü buz kesti. Dışarı çıktı. Rembrandt’a gidip veda etmeliydi.

Kar bir perde çekmişti sanki dünyaya. Hep gölgeler içinde kalmayacaktı ama bu dünya. Evet Platon’un mağarasının gölgelerini ve gizemini hep taşıyacaktı ama kim bilir belki de aklın ışığını getirecekti kendisi bu evrene. Üstadı gibi; büyük Rembrandt gibi.

Istırap içinde insanlık vardı dışarıda. Korku içinde bir insanlık vardı. Yahudi olarak var olmak zaten korku ile beslenmişti hep. Korkunun nedeni açıktı. Anlaşılmayan korku salardı. Yer üstündeki despotluklar hep korku ile beslenmişlerdi.

Morteira düştü yine aklına. Kızmıyordu ona. Yahudi olmak onun için seçilmiş olmanın ortak yazgısında korkmak ve acı çekmekti. İtaat etmekti. Yer üstüne de gök kubbeye de itaat etmekti. İtaat dışarıdan gelmiyordu öncelikle, O bu halkın kendi gizemli geçmişinde filizlenip özenle büyütülen değil miydi? Ama kime olursa olsun itaat eden ve korkan mutlu olamazdı ki.

Özgürleşerek ve özgürleştirerek yahudi olunamaz mıydı? Korku ancak aydınlandığında korku olmaktan çıkmaz mıydı? 

Ayrı olan korkusunu nasıl aşacaktı? Karanlıkta tutulan, aydınlığın ışığına kavuşmalıydı.

Ayrı olan diğerleri ile bütün olmaya koyulmalıydı artık. 

Modern zamanlarda özgün bir akla düşecekti bu iş. Aydınlanan aydınlatacaktı.

Levinas yüzyılların ötesinde küçücük bir evde mumun ışığında eğilmiş ‘étihique’ini yazacak olanı belki de bu önerilerinden dolayı suçlayacaktı. İnsan olmanın erdemini ve onurunu yazan için diyecekti ki: “Yahudi entelektüelin yüzyıllar boyu sürecek ve bitmeyecek açmazının nedeni Spinoza ‘nın bizzat kendisidir.” Kimi kast edecekti? Marx’ı mı, Benjamin’i mi?

Öyle mi idi?

Haksızlık edecekti ona kuşkusuz.

Aklın ışığının yolunu arayan tabii deprem yaratacaktı yüzlerce yıldır boşluğun saplantılarında dolaşanlarda.

Savunmasını sanki gelecekte Anders üstlenecekti: “Yahudi olamadım, Yahudi varlığımı hiç reddedemedim.”

Gece olmuştu bile.

Rembrandt’a doğru yürürken güneş inatla yerinde duruyordu. Karanlığa engel olmak istiyordu.

Küçük Portekizli onu bekleyen tarihi gördü karşısında. Kaçamazdı sorumluluğundan.

Yeni yaşamı zor olmayacaktı. Tahayyüllere uygun yaşandığında çelişki yok olur. Tasarım akla uygun olduğunda gerçekliğin bizzat kendisi değil midir?

Tabiat Salt Egemenlik Altına Alınacak Olan Değildir    

Amsterdam yavaşça kayboluyordu uzakta. 

Sürgündeki halkın sürgüne yolladığı Benoit kızıla dönen ufka bakıyordu Leyde’ye doğru albatrosun üzerinde yola çıkarken. Üzerlerine kırağı düşmüş yeşil düzlükleri kat ederken aklına Rav Morteira’ nın bir konuşmasındaki cümle takılacaktı. İnsan tüm tabiatın efendisidir diyordu orada Rav.

Arkasına yaslanacaktı filozof: “Ama diyecekti, insan bu sonsuzluğun içinde ancak sonsuz küçüklükte birparçacıktır sadece. Nasıl olur da bir parça bir bütüne egemen olmaya çalışır. İnsanın yabancılaşması değil midir hem bu?”

Modern zamanlar bütün paradoksları ile açılmak üzereydi.

Tabiata egemen olma ihtirası çok sonraları insanlığı büyük bir katastrofla baş başa bırakmıyor muydu?

Bu egemen olma ihtirası diğer saldırganlıkların da kışkırtıcısı değil miydi? Doğaya egemen olma arzusu insanların ve halkların birbirleri üzerinde egemenlik kurma isteğini de meşrulaştırmaz mıydı?

*** 

Küçücük bir bahçe içinde minik ev onu bekliyordu.

Morteira üzerindeki büyük yükü kaldırmıştı.

Nefes aldı. Masanın başına geçmeliydi artık.

‘Ethique’ onu, insanlık ikisini birden bekliyordu.

1              Pierre Corneille: Fransız trajedinin kurucusu.

2              Nicoméde: Pierre Corneille'in sahneye konan ünlü trajedisi.