Bir dizinin düşündürdükleri

Umut UZER Köşe Yazısı
29 Nisan 2020 Çarşamba

Amerikalı yazar Philip Roth’un The Plot Against America(Amerika’ya Karşı Komplo) adlı kitabı temel alınarak çekilen kısa dizi, Amerika için alternatif bir tarih sunuyor ve antisemitizmin yaygınlaştığı bir Amerika tahayyülü üzerinde duruyor. Dizi günümüzde iktidarda olan Trump yönetimi döneminde artan Yahudi düşmanlığı bağlamında da düşündürücü ve “ya öyle bir Amerika” var olsaydı gibi soruları sorduruyor. Her ne kadar kurgu olsa bile, dizide birçok gerçek kişi de mevcut. Örneğin ünlü Amerikalı havacı Charles Lindbergh’ün veya Henry Ford’un antisemit fikirleri savunduklarına hiç şüphe yok. Kitapta Lindbergh, Amerika’nın II. Dünya Savaşına girmemesi gerektiğini ifade ediyor ki gerçek hayatta da bu fikirleri savunan Önce Amerika Komitesinin(America First Committee)toplantılarında çeşitli konuşmalar yapmış birisi kendisi. Bu arada Trump’ın en popüler sloganının “Önce Amerika” olduğunu da hatırlamakta fayda var.  

Kısmen otobiyografik unsurlar da taşıyan kitap, New Jersey’de Yahudi bir ailenin yaşadıkları olaylar etrafında geçiyor. Yükselmekte olan ırkçılığa karşı bazı aileler Kanada’ya taşınmayı düşünüyor ki bu bana 2008 yılında ABD’nin Massachusetts eyaletinde bulunan Smith College’da ders verirken zenci kökenli bir öğrencimin söylediklerini hatırlattı. Barack Obama’nın başkanlık için yarıştığı seçimlerde rakibi John McCain idi ve öğrencimin ailesi McCain’in seçilmesi durumunda Kanada’ya göç etmeyi düşünüyorlardı ama tabi burada asıl korktukları McCain değil ama onun başkan yardımcısı adayı olan Alaska Valisi Sarah Palin idi. Son derece sıradan bir konuşma tarzı olan Palin’in ırkçı söylemleri olduğu bilinmekteydi. Bu bağlamda Kanada’nın Amerika’da işlerin kötüye gitmesi durumunda bir kurtuluş yeri olarak görülmesi ilginç bir detay. 

Sarah Palin özelinde ırkçılığı besleyen daha da önemli söylemlerin Obama’nın teröristlerle bağlantılarının olduğunun mitinglerde taraftarlarınca ifade edilmesi ve Obama’nın aslında Müslüman olduğu, Amerika’da doğmadığı gibi yalan haberlere de inanan birçok Amerikalının mevcut olmasıydı. Aslında bunları Donald Trump’un ayak sesleri olarak görmek doğru olur. Ayrıca, Trump Obama’nın Amerika’da doğup doğmadığına dair kuşkuların yaygınlaşmasında aktif bir rol oynamıştı. İşin aslı Obama Hawaii’de yani ABD’de doğmuştu. Bu arada Obama, bir yemekte Trump ile ciddi şekilde dalga da geçmişti ama 2016 seçimlerinden sonra son gülen Trump oldu. 

Tabi yalan haberlere veya komplolara inananlar için gerçeğin ne olduğunun önemi yok. Zaten kendileri bir alternatif gerçekliğe inanıyorlar. 

Dolayısıyla çok farklı dünya görüşlerine sahip Amerikalılar var olsa bile, ana hatlarıyla Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti gibi iki temel partiden oluşan Amerikan siyasi hayatı ciddi olarak ikiye bölünmüş durumda ve Obama’nın 2008 ve 2012 zaferleri bu bölünmüşlüğü daha da körükledi. Aslında zenci bir başkanın seçilmesi bizatihi bir devrim idi ama birçok unsur bunu içine sindiremedi. Sonuç olarak Trump olgusu bunlara bir tepki olarak çıktı ve şimdilik taraftarları Trump’a desteğini, belli bir düşüşe rağmen, devam ettiriyorlar. 

Kitap veya dizinin acı tarafı bu hikâyenin tamamen kurgu olarak görülmesinin mümkün olmamasında. Diğer bir deyişle, son yıllardaki Pittsburg ve Poway (Kaliforniya) sinagoglarına yapılan silahlı saldırılar, New York ve New Jersey gibi Yahudi nüfusun yoğun olduğu bölgelerde antisemitizmin artması endişe verici gelişmeler olarak görülüyor. Ve her ne kadar İsrail ile iyi ilişkilere sahipse de Trump hükümetinin ülkesindeki beyaz ırkçılarına ilham verdiğine şüphe yok.