Hangi yoldan gidileceğini bilmiyor olmamız yolu bulamayacağımız anlamına gelmez. (Yekta Kopan’ın bir Instagram canlı yayınındaki sorularına yanıtlardan oluşturduğum yazı)
İnkâr, kızgınlık, kabullenmek, depresyon, pazarlık süreci diye tanımlayacak olursak biz şu anda pandemiyle birlikte bu salgın durumunda hangi süreçteyiz?
Şu anda yaşadığımız pandemi ve sonuçlarına travma demek yanlış olmaz, ama travmanın alıştığımız, başa çıkmayı daha iyi bildiğimiz tanımındaki yapısına uymayan bir yanı var. Pandemi altüst edici, sarsıcı ve yaşamımızı tehdit edici bir stres ögesi. Ama etkisi ve varlığı bitmek bilmeyen, ne zaman ve nasıl biteceğini kestiremediğimiz bir stres. Mesela, başka bir doğal afetin yarattığı travmatik stres ile kıyaslayalım; deprem olup bitiyor, yıkıcılığı neyse görüyor, yaşıyoruz. COVID-19 ile olan pandemi yaşantımızda bilinmezlikle başlayıp, bilinmezliğin sürüp gitmesiyle, yeni bilinmezlikler üretmesiyle devam eden bir durum var. O yüzden sarsıcı yaşam olaylarındaki şok, yadsıma ile başlayıp devam eden doğal evreler, reaksiyonumuz pandemi döneminde iç içe geçen olaylara dönüşüyor. Olayların sırası karışmış bir biçimde. Bir yandan yadsıyarak rahatlık arayanlar, inkâr edenler, gerçeği görmekten kaçınan ya da göremeyenler, bir yandan kayıpların boyutu karşısında donakalmış ya da dehşete düşmüş olanlar. Bugün yaşananları “Yok canım, abartıyorlar” diye değerlendirenler, aynı verileri yarın “Bittik, mahvolduk” şeklinde görebiliyorlar. Çok fazla anlık enformasyonu çok kısa bir zaman diliminde zihnimize alınca şaşkına dönüyoruz. Bir başka deyişle basiretimiz bağlanıyor, doğru karar verebilecek şekilde düşünemiyoruz.
Bilinmezliği, kestirilemezliği kabul edemiyoruz. Bilme, öngörebilme ihtiyacımız o kadar çok ki, biliyormuş gibi yapmaya başlıyor, gerçeği kendimize göre eğip bükmeye başlıyoruz. Değişik kaynakların kendinden emin (içinde iki doğru cümle barındıran gerisi yalan yanlış hezeyanlarla dolu) metinleri biri birimize iletirken, durumun sırrını çözmüşlük hissi ile avunuyoruz. Toplumu yanıltmak, hataları örtbas etmek gibi amaçlarla yapılan siyasi manevralardan ziyade iyi niyetle, sahiden doğru bir şeyler yapalım ya da doğru biçimde değerlendirelim derken olabilecek hatalardan söz ediyorum. Duyguların, özellikle kaygının yoğunluğu zihnimizin karar mekanizmasının alanını daraltıyor, esneme kapasitesini azaltıyor. Duygu yoğunluğunun bir sebebi çok sayıda tehditkâr olayın daracık bir zaman dilimine sığması, diğeriyse olayların yaşamımızı sona erdirici (fiziksel ve ruhsal hayatımızı olduğu kadar toplumsal hayatı da) potansiyelinin farkına varmamız, korkmamız, dehşete düşmemiz. Çok sayıda açıklamanın arasından ruh halimize uygun olanı kabullenmemiz için iyi bir zemin oluşuyor. Ama gerçek arada kaybolup gidiyor.
Gerçek nedir, derseniz, burada büyük bir sorunun cevabını değil, henüz erişemediğimiz, nasıl erişeceğimizi bilemediğimiz ama yolunu aramak için gereken sabrı da gösteremediğimiz gerçeği kastediyorum. Ölümlerin ve tanı almışların sayısının nasıl hesaplandığı, hangi verinin neden gizlendiği, bu hesabın yanlış ya da doğru olmasının neyi değiştirdiği, hiç bir şeyi değiştirmiyor olsa bile neden doğrunun tam söylenmediği gibi durumlar gerçeği bilemediğimizde kullandığımız gerçeği arayıp bulma stratejilerin kullanımını engelliyor. Kendimizi hayatın önünde sürükleniyor bulduğumuzda, tutunacak bir dal, sırtımıza dayayacak bir kaya, kısacası güvenecek insan ararken hissettiğimizden hiç farkı olmayan duygular... Kimselere güvenemeyeceğimizi görmek dehşetimizi arttırıyor.
O nedenle gizlenen ya da yanıltıcı biçimde sunulan veri küçük veya ‘masum’ bir hatanın sonucu olsa bile, otoritelerin kararlarının doğruluğuna olan güvenimiz sarsılıyor. ‘Her şey boş ve nafile’ ruh haliyle ama umursamazlık ya da isyankarlık görüntüsü altında kendilerini sokağa vuranlar, vaka sayısındaki azalma ile salgının bitişi arasında olmayan bir ilişki kuruyor, “durun” diyenlere inanmıyor ya da “abartıyorsunuz” diye karşılık veriyorlar.
Yıllardır bilime ve tıbba güvensizliği besleyen, görünüşte ‘muhalif, anti-kapitalist’ ya da bireyin canının istediğini yapma özgürlüğünü en yüce değer yapan (aşı olmama hakkı gibi) söylemlerin, bilhassa okumuş yazmış, kitleyi getirip bıraktığı yerde şimdi bir etik ikilem var.
Hangisi öncelikli, bana zarar gelmemesi mi, benim hareketlerimden başkasına zarar gelmemesi mi? Örneğin, aşı olmama hakkından bahseden (aşının otizme yol açtığı şeklinde tam tersi defalarca kanıtlansa da ‘bir görüş’ olarak savunulagelen gerçek dışı bilgileri de temel edinen) kişilerin tek tek bireylerin aşı olmamasının doğurduğu salgınlardaki paylarını görememelerinde olduğu gibi, ‘özgürlük’ sahte bayrağı altında kendisini koruma kollama etiğini nereye yerleştireceğiz?
Aynı düşünüş tarzının, çocuk yetiştirme yaklaşımı ‘ezilmemek için ezmeyi’, ‘üzülmemek için üzmeyi’ meşrulaştırır, ‘özgüvenli’ olmayı hayat hedefi olarak belirler. Başkasına güvenmek, güvenebileceğimiz insanların içinde olduğu bir hayat kurmak ise uzak ya da naif bir hedeftir.
İçinde olduğumuz sarsıntılı ve bilinmezlikle karakterize dönemde en büyük ayrıcalık (kişi kendisini başkalarına kıyasla daha iyi hissediyorsa) çevremizde, yaşamımızda güvenebileceğimiz insanların olmasıdır. Ben başkalarına güvenebiliyorsam, zor duruma düştüğümde birinin imdadıma yetişeceğini, düştüğüm yerden kaldırabileceğini, onun da bana aynı biçimde güvendiğini biliyorsam, ‘mutluyum’ demektir. O yüzden toplumsal hayatın altüst olduğu bu dönemde, güvenebileceğimiz insanlarla olan ilişkilerimizi perçinlemenin ya da yeni güven ilişkileri kurmanın hayatımızı ayakta tutmanın yolu olduğunu düşünüyorum.
Bu güven ilişkilerinin hayatlarımızdaki eylemsel karşılığı nedir diye sorarsanız, ‘dayanışma’ derim. Karşılık beklemeksizin, hemen şimdi doğacak kendimize bir yarar beklemeksizin bir şey yapmak. Örneğin, maskenin beni başkasındaki enfeksiyondan nasıl koruyacağını önemserken, maskenin başkasını bendeki olası bir enfeksiyondan nasıl koruyacağını da önemsemek gibi.
Seslendiren: Janet Mitrani