Modern Aydınlanmanın akıl tanımını eleştire eleştire (bazı açılardan haklıydık) rasyonel akla muhtaç hale getirdik kendimizi. Dünyanın büyüsünü bozan rasyonel aklın yerine büyülü, bilinmez bir dünyayı tercih ettiğimizi her geçen gün daha fazla artan istekle söylüyoruz. Bilmek değil, inanmak istiyoruz.
Bir taraftan “eğitim şart!” derken diğer taraftan bunu söyleyen eğitimli kişiler şifalanma, molekül gönderme, frekans yayma, kendini keşfetme gibi post-modern inançların akılları mat etme işine severek dahil oluyorlar. Özellikle son on yılın modası olan bu eğilim kanımca kapitalizmin yarattığı kültür endüstrisinin piyasaya sürdüğü bir tüketim kültürüdür. Adorno’nun söylemiyle Kültür Endüstrisi Çağında birey ve bireye ait eğilimler sürekli yeniden üretilen birer üründür.
17. yüzyılda ortaya çıkan ‘birey’ kavramının kökeni Latince ‘bölünemez’ olana işaret eder[1]. Yunancadaki a-tom’a benzeyen bu kavram 17. yüzyılda tek bir insanda insanlığın niteliklerinin bulunabileceğine işaret ederken bugün kullandığımız anlamda bir tür ‘eşsizlik’, ‘özerklik’, ‘özgünlük’ anlamları taşımaz.
Biz her ne kadar “Ben bireyim!” derken özerkim, özgünüm (kimseye benzemiyorum) demek istiyorsak da eleştirel felsefe açısından birey, birey gibi görünen, kendini birey zannedendir. Birey, kültür endüstrisinin tanımladığı ‘birey’ tanımına uyan, kopyalanan, herkesin birey olarak birbirine benzediği bir yığındır.
Felsefenin geniş kitlelerce okunmasına büyük katkılar sunan, ‘Felsefenin Kısa Tarihi’ gibi dilimize de çevrilmiş çok okunan kitapların yazanı İngiliz felsefeci Nigel Warburton, “İnsanlar düşünmektense ölmeyi yeğlerler ve genelde de öyle ölürler” diyor.
Neden bir insan “Size moleküllerimden gönderiyorum,” demeden önce durup düşünmez? Molekül nedir? Gönderilebilir bir şey midir? Noah Harari “Korona virüsü laboratuvarda yapılmıştır, diyen ve buna inanan insanlara ‘virüs nedir?’ diye sorun” diyor. Eğer yanıt veremiyorsa o kişiyi dinlemeyin. Bu çok kıymetli bir yöntem. Sokrates’in başlattığı ve bugün mutlak surette kullanılması gereken bir yöntem; soru sormak!
Beşiktaş’ta, Etiler’de, Kadıköy’de doğmuş ya da yaşıyor olmakla kendini “zaten aydınlanmış” kabul eden insan kalabalıklarının içeriksiz özgüveninin havada uçuştuğu ortama benzer bir yerde Antik Yunan’ın Atina’sında Sokrates, zaten her şeyi bildiğini düşünen insanlara sadece basit sorular sormuştur: Cesaret nedir? İyi nedir? Doğru nedir? Tanrı nedir? Sokrates’in sorular sormaya başlamasıyla kimsenin hiçbir şey bilmediği ortaya çıkar.
Harari çok haklı. Virüs laboratuvarda üretildi, diyenlere “Virüs nedir?” diye sormalıyız. Bize moleküllerinden göndermek isteyen kişi “Molekül nedir?” sorusuna yanıt vermeli. Frekans ve enerji ile aydınlanma vaat eden kişi mutlaka ‘frekans’, ‘enerji’, ‘aydınlanma’ kavramlarının nitelikli tanımını yapabiliyor olmalı. Bir şeyi bilmek demek o şeyin nedenlerini bilmek demektir.
Bilmek, düşünmeyi önceleyen bir durumdur. Düşünmekse oldukça zahmetli, titiz ve yoğun çalışma gerektiren zahmetli bir faaliyettir. Bu sebeple Warburton’un dediği gibi, “İnsanlar düşünmektense ölmeyi yeğler.”
İnanmak, bilmek gibi zahmet isteyen bir durum değildir. Post-modern öznenin elinde özgürlük zannettiği keyfiyet ona rahatlıkla “Ben böyle düşünüyorum (hayatı boyunca hiç düşünmediğinin farkında bile değildir), ben böyle inanıyorum” deme rahatlığı verse de bize düşen şey soru sormaktır.
Soru sorma yöntemini öncelikle kendimize uygulamamız gerekir. “Ağzından çıkanı kulağın duysun” sözü hakikaten muhteşemdir. İnsan bir gün boyunca ağzından çıkan kelimeleri bir kâğıda not alsa ve günün sonunda o kâğıtta yazılı kelimeleri tek tek birkaç cümle ile tanımlamaya kalksa kendisini rahatlıkla Sokrates’in huzurunda bulacaktır.
Rasyonel aklın her geçen gün büyülü dünya yaratma girişimleriyle hasar gördüğü dünyamızda insan elinde olmadan üzülüyor; bu kadar çaba, eğitim, iyi yaşam koşullarına rağmen insanlarımız neden bir fizik kavramı olan enerjiyi literatürden oturup çalışmak yerine birbirlerine enerji göndermeyi tercih ederler? Healing, aydınlanma, keşif seanslarına bu kadar para ve zaman ayrılırken nasıl olurda Kant’ın “Aydınlanma Nedir?” makalesini bir kez olsun okumaz insanlar?
Bilmek, dünyanın büyüsünü bozan bir şeydir. İnsan bilme faaliyeti içine girdikçe ‘şeyler’ akla açık-seçik hale gelir ve insan kendi sorumluluğunu alan yetişkin bir insana dönüşür. Zihnini meleklerle (Dört Melek) kuşatılmış bir dünyadan fizik kuvvetlerine (Dört Kuvvet) çeviren bir insan aklın varlık alanına giriş yaptığında kendi eliyle dünyayı anlaşılır kılacaktır. Dünyayı anlamayan insanın kendini anlaması oldukça zordur.
***
Yeni romanımı yazmak için birkaç ay yazılarıma ara vereceğim, sizlerden izin istiyorum. Yazacağım roman bir fantastik edebiyat örneği olacak. Felsefenin ve aklın bu denli önemli olduğunu belirtip bir fantastik edebiyat ürünü ortaya koyacağım demem lütfen yadırganmasın, büyülü ve fantastik düşünme sanatın, edebiyatın ve sinemanın beslendiği ana kaynaktır, moleküllerin ya da aydınlanmanın beslendiği bir kaynak değildir. İçten sevgilerimle…
[1]Zygmunt Bauman, Akışkan Hayat, Ayrıntı Yayınları.