Genel olarak öteki ile ilgiliyiz yaşadığımız bu modern dünyada... Öteki... Öteki derken ben olmayan öteki sözünü ettiğim... Dışımızdaki... Eşimiz, dostumuz, çocuklarımız, anne babalarımız, sevgilimiz... İşlerimiz sonra... Ya da televizyonda seyrettiklerimiz, filmler, okuduğumuz kitaplar... Bizden farklı olanlar da tabi. Sevmediklerimiz, sevemediklerimiz, düşmanlarımız... Böyle olunca da haliyle bir yabancılaşma yaşıyoruz kendimizden. Hayat bizim yarattığımız gerçekliğimiz olmaktan çıkıp içinde yolumuzu bulmaya çalıştığımız bir mücadele alanına dönüşüyor. Mücadele nefesimizi kesiyor. Boşuna değil, sosyal medyadan alıntıladığım ve son günleri özetleyen “nefes alamıyorum” ifadesi:
“George Floyd’un son sözleri ‘Nefes alamıyorum!’ oldu. COVID-19 yüzünden vefat edenler nefes alamadılar. Bizler uzun süre taktığımız maskelerin ardında nefes alamamanın sıkıntısını yaşıyoruz. Sanırım insanlık baskılardan, ayrımcılıktan, hayatın hızlı bir yarış olmasından ve sınıflandırılmaktan dolayı ciddi bir dar boğadan ve sınavdan geçiyor.”
Kendimizden uzaklaşıp ötekine yoğunlaştıkça nefesimiz kesiliyor. Hayatımızın sorumluluğunu almaktan vazgeçip hayatın bir kurbanına dönüşüyoruz. Bir kendimiz yaratıyoruz kendimizden uzak. Hani üstat demiş ya “Bir ben var benden içeri”.
Bizler de bir ben yaratıyoruz benden dışarı. Etiketler, kimlikler, meslekler, çevremizde kendimizi konumlandırmalar... Vazgeçebilmek kitabının yazarı Guy Finley’in izinden gidip “suni ben” diyelim biz de bu yarattığımız bene. Sonra da o yarattığımız suni benin gerçek ben olduğunu zannedip onu beslemeye devam ediyoruz. Unutuyoruz. Yarattığımız o suni benin, bu dünya tiyatrosunda geçici bir rol olduğunu unutuyor, asıl beni bilincimizin dışında karanlık kuyulara gömüyoruz. Her hareketimiz, her davranışımız, her duruşumuz yarattığımız suni benin kurallarına uygun olmalı diye düşünüyoruz. Hata yapmaya hakkı yokmuş gibi, güçsüz olmaya, hassas ve kırılgan olmaya hakkı yokmuş gibi. Her daim güçlü her daim görünmez bir maskenin ardında saklı... Asıl maskenin bu suni benin kendisi olduğunu unutarak!
Karantina döneminin ilk gününden itibaren bu dönemden zenginleşerek çıkmayı kendime hedef koymuştum. Derken sevgili dostum ilişki koçu Yunus Sezener’in vesile olması ile hiç aklımda yokken transformal nefes koçu Cansu Durucan ile tanıştım. Yaptığımız yoğun çalışmalarda aslında ne kadar kısıtlı nefes aldığımı fark ettim. Cansu’nun, bilgisayar ekranı aracılığıyla salonuma dolan duru sesinin yönlendirmesinde sadece nefesime odaklandım seanslar boyunca. Birkaç seanstan sonra evde oturmuş kitabımı okurken bir an durup da kendimi dinlediğimde fark ettim. Artık daha ‘geniş’ alıyordum nefesimi. Daha geniş! Göğüs kafesim daha geniş açılıyordu her nefeste. Daha geniş açılım daha çok oksijen demekti. Akciğerlerimde daha çok oksijen, damarlarımda dolaşan kanda daha çok oksijen, tüm organlarıma daha çok oksijen, beynimde daha çok oksijen! Bu arada daha çok şükreder buldum kendimi, daha bir coşkuda, daha sağlıklı muhtemelen. Öyle ya, nefesimiz bizim ana enerji kaynağımız. Nefes yoksa, yaşam da yok. Ve nefesi almak kadar vermek de önemli. Aldığının farkında olmak kadar verdiğinin de farkında olmak. Aldığın kadar vermek, verdiğin kadar almak. Sürekli dengeli bir dansta... Zorlamayla değil ama rahat bir akışta vermek. Nefesi alırken oksijenle beslendiğimiz gibi verirken de toksinlerimizden arınıyoruz. Alırken oksijen yüklü besinleri kan dolaşımı ile gönderdiğimiz hücrelerimizin yenilenmesini sağlarken, verirken arınıyoruz. Toksin atılımının yüzde 80’inin bu yolla gerçekleştiğini söylüyor benim uyguladığım transformal nefes sisteminin kurucusu Dr. Judith Kravitz. Derin nefes çalışmalarının fiziksel iyileşme süreçlerine katkısının yanı sıra doğumdan ve çocukluktan itibaren bilinçaltımıza yerleşmiş kalıpları kırmada da etkili olduğunu dile getiriyor. Nefes frekansımızı değiştirmenin enerji frekansımızı da değiştirmesi sonucu korkularımızın, endişelerimizin hafiflemesiyle daha dengeli, daha açık, daha coşkulu ve daha yaratıcı bir varoluşa dönüştüğümüzü.
Bu dönüşüm esnasında yıkılıyor suni ben maskesinin o çok güçlü sandığımız kalın ve yüksek duvarları. Duvarlar yıkıldıkça da gerçek benliğimiz çıkıyor ortaya. Kırılgan sandığımız, hassas diye korumaya aldığımız o gerçek ben tüm kırılganlığı, hassaslığı ve gerçekliğiyle açığa çıktığında anlıyoruz nihayet asıl gücün hassas, gerçek ve açık olmaktan kaynaklandığını. Burada kurban yok. Burada özümüze daha yakın ve daha barışık, haliyle de yaşamın kurbanı rolünden sıyrılıp dizginlerini eline almış bir varoluş hali var.
Yaşam yavaş yavaş ya da endişelerimize rağmen hızlıca evlerimizin dışına doğru genişlerken, nefeslerimizi de doğaya doğru genişletmeyi unutmamalı.
Ve evet bir de devlet büyüklerimize hatırlatalım şehirlerimizde daha çok yeşil, daha çok ağaç, daha çok doğa nefesimizi genişletir, yaşamı coşturur.