Tanrı’nın bilim insanına açılımı: Doğa yasaları

Moris FRANSEZ Köşe Yazısı
24 Haziran 2020 Çarşamba

İnanç dünyasında vahiy, yani Tanrı’nın insana sırlarını açması, kutsal kitapların verilmesiyle tamamlanmış olur…

Bilim dünyasında ise, açılım süreci biraz daha uzundur… Rasyonel alanda “Tanrı ya da Doğa”, kendisini insana bölüm-bölüm açar… İhtiyaç hasıl oldukça.

Tabii aklın ufku hayal gücününki kadar geniş olmadığı için, bilimle inanç, laboratuvarda keşfedilen doğa yasalarıyla, tapınakta iletilen ahlak yasaları, birebir örtüşmez.

***

Büyük bilginler, bilimsel buluşlarını denklemlerle, bunların felsefi yorumunu da şiirsel sözcüklerle dile getirmeyi sever. Benim gibi sıradan insanlar ise, çoğu zaman, ne matematiksel denklemleri çözebilirler, ne de şiirsel felsefeleri…

Einstein’a göre, “evrenin en anlaşılmaz özelliği, anlaşılır olmasıydı”. Dile getirmek istediği muamma şuydu: Doğa insana kaotik değil, aklıyla kavrayabileceği bir düzene tabi görünüyordu…

Acaba, hayranı olduğu Spinoza’nın sezdiği gibi, doğada hüküm süren düzenle, insan aklının bu düzeni anlama yeteneği arasında bir paralellik mi vardı?

Belki de vardı… Ama öyle olduğunu varsaysak bile, insanoğlunun doğadaki düzeni kavraması, ‘otomatik’ olmamıştı… Binlerce yıl boyunca, neden-sonuç ilişkisinin sezilemediği tüm doğa olayları, tanrıların insanlığı cezalandırma veya ödüllendirme isteklerine bağlanmıştı.

Dünyanın tamamen ‘anlaşılır’ olduğuna, doğa olaylarının mitoloji ya da teolojiye hiç başvurmadan açıklanabileceğine ilk işaret eden, Miletli Thales olmuştu.

Doğanın keyfi bir biçimde değil, belirli yasalarla yönetilmekte olduğu, yalnız Thales’in değil, İyonyalı tüm düşünürlerin ortak görüşüydü… Ne yazık ki bu görüş -muhtemelen tanrısal müdahale ve özgür iradeye yer bırakmadığı için- kalıcı olamadı.

Din ve ahlaka öncelik tanıyan düşünürlerin kaygısı şuydu: Eğer Tanrı’nın dünya işlerine müdahale etmeyeceği düşüncesi zihinlere yerleşirse, bireylerin mucize beklentileri sönmüş olacaktı… Ve eğer insanın ‘kötü’ eylemlerini özgür iradesiyle değil, doğasının zorlamasıyla işlediği kabul edilirse, yalnız toplumun değil, Tanrının dahi cezalandırmahakkı olmadığı ileri sürülecekti. 

Ortaçağ’da, Tanrı’nın bütün evreni yönettiği, dolayısıyla ‘Tanrı biliminin’, ‘doğa bilimlerinden’ çok daha ilginç olduğu görüşü hâkim oldu… Ve doğanın bir takım yasalara boyun eğdiğine inanmanın, cezalandırılması gereken bir suç olduğu ilan edildi.

16. ve 17. yüzyıllarda, nihayet, bilimlerin üzerinden ‘Ortaçağ Karanlığı’ kalkmış, önce Kopernik, sonra da Galileo ve Kepler’in çalışmaları sayesinde, çok sayıda doğa ilkesi ‘aydınlığa’ kavuşmuştu. Bu ilkelere doğa yasaları terimini ilk yakıştıran ise Descartes olmuştu.

İnançlı bir insan olmasına rağmen, Descartes Tanrı’nın dahi kendi koymuş olduğu yasaları çiğneyemeyeceğini, dolayısıyla mucize beklentisinin bir ‘boş inanç’ olduğunu kabul etmekte zorluk çekmemişti.

İnsanın tamamen özgür olmadığını, karşı konulmaz doğa yasalarına boyun eğmek zorunda olduğunu kabul etmek, nedense, Descartes’a daha zor gelmişti… İnsanın tüm duygu, heyecan ve davranışlarını özgür iradesiyle kontrol edebileceğini ileri sürmek için, kendi zekâsına yakışmayan ‘kanıtlar’ uydurmuştu. 

Daha sonra Spinoza’nın göstereceği gibi, insanın ‘özgür iradesi’  sayesinde doğasının buyruklarından sıyrılma olanağı yoktu. Descartes, insan zaaflarını nedensel süreçlerin gücüne değil, insanın ‘kusurlu’ bir yaratık olmasına bağlıyor, Spinoza ise, bu görüşü hem bilimsel açıdan yanlış, hem de anlayışsızlığın temeli olarak tehlikeli görüyordu.

Öyle sanıyorum ki ‘Descartes’ın yanılgısının’1 altında, ahlaki kaygıları yatıyordu… Bir bilim insanı olarak, doğa yasalarının belirleyici gücünü yadsıyamıyor; dindar bir filozof olarak da, ahlaki yasaları yok saymaya gönlü razı gelmiyordu. Descartes’ın aklıyla vicdanı, bilimiyle ahlakı, çatışma içindeydi.

İnançlı bilim insanlarını belirgin kılan gereksiz bir çatışmadır bu… Gereksiz çünkü bilimbize içinde yaşadığımız dünyanın “nasıl bir şey olduğunu” öğretir; ahlak ise, “nasıl bir şey olması gerektiğini”…

Eğer kendimiz için ‘daha iyi’ bir dünya yaratmak istiyorsak, önce hangi dünyanın ‘iyi’ olduğuna karar vermemiz (bir ahlak sorusu); sonra da elimizdeki insan malzemesinden bu dünyayı nasıl çıkarabileceğimizi keşfetmemiz gerekir (bir bilim sorusu).

Eğer zihnimizin içinde, vicdanımızla aklımızın çatıştığına tanık oluyorsak, bu ya ahlakımızın bilimsiz ya da bilimimizin ahlaksız olmasından kaynaklanıyordur.

 

1 Kitap: Descartes’ Error; Emotion, Reason and the Human Brain. Yazan: Antonio R. Damasio M.D.