Yazı yazmak üstüne bir yazı yazmaya oturdum aslında ama bu da bir karmaşa aslında. Kolay bir şey değildir yazı yazmak… Biz, öğrencilerden de isteriz ve çoğunlukla düşünürler ama yazamazlar. Neden biliyor musunuz? Yazı yazmak, olgunluk gerektirir.
Hem de her konuda…
Yaşlanmak lazım, demlenmek, biriktirmek, az da olsa pervazsızlaşmak, korkusuzca davranabilmek, sorumluluklardan arınmak, tam anlamıyla kendin olmak…
Ama yok öyle bir şey…
Hele de gençseniz, daha hayat hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyorsanız ya da bildiklerinizi yazmak için tuhaf bir şekilde bekliyorsanız ve bu tuhaflığı seviyorsanız…
Yazarlar, hem herkes gibi hem de hiç kimseye benzemeyen şekilde düşünürler. Galiba bu sebeple de yazarlar.
İşte, biz de onları okuduğumuz zaman, yazdıklarında hem bizde var olanları hem de olmayanları bulduğumuz için başkalarını okumayı seviyoruz. Onların yarattıkları dünyada, hiç bilmediğimiz hayatların içinde belki var olan, belki de hiç var olmamış kahramanların hayatlarına dokunuyoruz. Güzel bir karmaşa, tatlı bir dünya, öyle değil mi?
Emin olun, yazmayı seven herkes, bu karmaşaya âşıktır.
Büyülü öyküler okumuştum, tam geçen sene; yine okudum bu virüs tantanasında…
Öykünün dünyası büyülü olmaz, bu özellik masala hastır, diye düşünebilirsiniz. Ama Engin Türkgeldi’nin ‘Orada Bir Yerde’ adlı kitabındaki öyküler hem egzotik, biraz fantastik, çokça tanıdık… On öyküde; hızlı, baş döndürücü maceraların peşine takılıyor, bilmediğiniz dünyalara dalıyorsunuz. Yazar, aslında hekim… Birçok meslektaşı gibi, yaratıcılığını yazma üstünde de şekillendirmeyi seçmiş… Neden doktorlarda yazma becerisi bu kadar gelişmiştir, neden birçoğu yazmayı seçer, diye düşündüğüm olmuştur bazen. Galiba, insanların hayatlarına bu kadar yakından bakma şansına sahip başka bir meslek erbabı olmadığı için, diye cevap bulduğumu biliyorum bu soruya kendimce… Onların hayatlarının yeniden başlamasına ya da hiç umulmadık bir zamanda ve beklenmeyen bir şekilde bitmesine çok yakından şahitlik edebildikleri için olsa gerek...
İnsan, aklının ilerlediğini fark ettiği günden beri, hayatın anlamını arıyor. Bu anlam arayışı, bizi felsefeyle iç içe olmaya, onu keşfetmeye itiyor.
Viktor Frankl, bir psikiyatr. ‘İnsanın Anlam Arayışı’ adlı kitabında aynı zamanda kurucusu da olduğu logoterapinin özelliklerini de anlatmış.
“Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişmeydi. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu. Yaşamın anlamı hakkında sorular sormayı bırakmamız, bunun yerine kendimizi yaşam tarafından her gün, her saat sorgulanan birileri olarak düşünmemiz gerekirdi. Yanıtımızın konuşma ya da meditasyondan değil, doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerekiyordu.
Nihai anlamda yaşam, ‘sorunlara doğru çözümler bulmak ve her birey için kesintisiz olarak koyduğu görevleri yerine getirme sorumluluğunu almak’ anlamına gelir.”
Yaşamın tarifini bu kadar güzel yapan bir başka cümle olabilir mi? Altını da özellikle çizdim. Tam da bu günlere uygun. Oturup hepimiz düşünmedik mi, düşünmüyor muyuz bunun üstünde? Sadece bu cümleyi okumak bile bizi saatlerce anlam’ın ne olduğu üzerinde düşündürebilir.
Galiba en çok da yalnızlıktan korkuyor insan… Kendi yalnızlığının arka sokaklarında kaybolanların hikâyelerini okumayı seviyor. Yalnızlık hem bir fobi hem de zevk sanki… Yalnızlık yüzünden acı çekmenin de tuhaf bir tadı var adeta. İnsan hem kaçmak istiyor tek başınalıktan hem de onun ta dibine dalmak… Tam da bu sebep yüzünden insanların yalnızlığına dokunan romanlar, öyküler ama en çok da şiirler yazılıyor hemen her gün…
Rose Tremaın, ‘Amerikalı Sevgili’ adlı öyküler toplamında, “insan ruhunun değişik bir yanını gözler önüne sererken farklı duyguları ve arzuları ön plana çıkarıyor. Londra’daki evinde, 1960’ların Paris’inde yaşadığı tutkulu aşkı hatırlayan Beth... Moskova’dan çok uzakta bir istasyon görevlisinin kulübesinde son nefesini veren yazar Tolstoy... Kızının bitmek bilmez taleplerinden uzaklaşabilmek için Kanada’da bir göl kıyısına yerleşen yaşlı bir baba... Muhteşem bir malikânede, gözüne kâhya Danni’yi kestiren esrarengiz Daphne du Maurier”den söz ediyor.
Çok güzel bir çeviri ve çok sağlam insan hikâyeleri… Kitap, yalnızlığında kaybolmuş insanların yaşadıklarını saklıyor sayfalarında…
Bence ne yapın yapın; bir öykünüz olsa da olmasa da siz, yine de yaratıp kendi öykülerinizi yazın.
Ya yaşanmıştır ya da yaşanması mümkündür…
Hayat masal olmamışsa sağlam bir öyküdür bazen…