İlhak bu tarafın kutsalından işaret beklerken – 2

Metin SARFATİ Köşe Yazısı
22 Temmuz 2020 Çarşamba

Kovulmuşlar

“Rabbi Uriel için çıkan, kasabadan sürülme kararından sonra jandarma kendisine derhal orayı terk etmesi gerektiğini bildirecekti. Hassidik cemaati ayaklanıp buna karşı Zaddik’ten öç almasını istediğinde o da bu eğilime uygun davranarak lanet edecektir:  

“Kovan kendi içinde kovulsun.”  

Agnon’un başyapıtlarından biridir ‘Kovulmuşlar’. İtelenmişliği, onursuzca yaşamaya mahkûm edilişi, topraksızlığı, kabullenişi, boyun eğmeyi, kendi deyimiyle sofradan kovulmuşluğuyazacaktı: 

“Ama onlar itelenmişler, yerlerinden kovulmuşlar, çoluk çocuklarından ayrı düşmüşlerdi… Sonunda iç çekişlerini kalplerine gömdüler ve sustular,” onun soluksuz bırakan cümlelerinden kimileridir. 

Tarihi boyunca susan (susturulan), vatansız ve topraksız olana kim bilir biraz da bu nedenlerle gezginci denecekti.

Susan, aşağılanarak kovulacak tekrar yollara düşecekti.

Suçlanabilecekti hatta. 

Utandırılacaktı yazgısından Yahudi halkı.

Kitabının bir yerlerinde dayanamayıp soracaktı artık Agnon; sofradan kovulanların geri dönme vakti ne zaman gelecek?

 

Şiddetin dayanılmaz çekiciliği

Kovmak, karşı tarafı ait olduğu yerden uzaklaştırmak, şiddet uygulamaktır. Onun için ahlaki düzeyde kabul edilemez olandır. Fetih de öyledir ve çağdaş uluslararası hukukta yeri yoktur. Kovulan zora tabi tutulmuştur. Kendine rağmen yapılmış olacaktır bu. Kovanın, emperyal arzusunun kölesi olanın, bunu karşı tarafa güç kullanarak benimsetmesidir bu eylem.

“Yalnızmışız gibi, tek başımızaymışız gibi giriştiğimiz her eylem aslında şiddetin bizzat kendisi olacaktır” diyecektir Levinas. Aynı önerme şöyle de okunabilecektir; “Hiçbir işbirliğine girmediğimiz, hiç düşüncemizin sorulmadığı ama muhatabı olduğumuz, etkilerine katlanmak durumunda kaldığımız eylemdir şiddet. “Despot ve hukuksuz bir yönetimin eylemi genel olarak şiddet içerecektir. 

Spinoza’ya göre kutsalın bizzat kendisi diyalog kurmadığı için, konuşmadığı için eylemi korku üreten, şiddet yaratan olacaktır. Şiddet öyle ise tutkunun içinde olandır. İhtiras da şiddeti uçlara tırmandırandır. Savaş toplam şiddet olduğuna göre söylenenlerin hepsi onun için de geçerlidir. Ürettiği şiddet ölümcül olacaktır.

Bir düello olacaktır savaş, ihtirasın, duygunun süratle uçlara yükseldiği ve akla egemen olduğu, karşı taraf üzerinde sınırsız bir egemenlik kurma ateşinin her tarafı kapsaması olacaktır. Öyle ki, burada kutsal olarak ilan edilen amaçlar (ulusal veya dinsel egemenlikler, onların simgeleri) genelde illüzyona dayalı olabileceklerdir. Düşsel olan aklı ve gerçeği gölgelemiştir çünkü artık:

Rekabet ve gurur kutsalın ardında gizlenerek yükselecek, yetmezse onu araçsallaştıracaktır.

Kutsalın arkasındaki şiddetin egemenliği dikkatlerden kaçırılacaktır. 

Trajik çatışmada da kutsallık asla bir amaç değil yanılsama olacaktı. 

Kahramanlık öyküleri, trajiklerde yanılsamadan başka bir şey değildir.

***

Bugün de aynı yanılsama ile siyasetin ihtirası, halkta “en büyük” olma illüzyonunu besleyebilecektir. Halkın bu yanılsamanın ateşine gözü kapalı koşmasını sağlayacak olan temelde “farklı” olduğu, ötekine benzemediği, ayrı olduğu, üstün olduğu duygularının tahrikidir. Bu, birçok mitolojide seçkin ve seçilmiş olunduğu inancına kadar uzanabilecektir.

Bir anlamda Freud’un, kavgaların temelinde insanların narsistik küçük farklılıklarının olduğu tezini hatırlatacaktır bu bize.

Farklı ve seçkin olduğunu düşünen, egemenlik hakkının kendine verilmiş bir hak olduğunu varsayan bunun hukukunu yazmaya koyulacaktır.

Aslında eline fırsat geçse aynı şeyi yapmaya, onu taklit etmeye soyunacak olan karşı taraf da savaş sonunda güçsüzlüğünden dolayı kovulabilecektir.

Güçlü olan egemen olacaktır. Büyük Katerina bunu çok iyi bildiğinden “savaşı kazananlar yargılanmaz” diyecektir.

Adalet tarihte başarıdan sonra gelmemiş midir?

 

Kutsal topraklarda, Politik Siyonizm Hristiyan Siyonizm ile kol kola girdiğinde…

Yeryüzü illüzyonistlerinin en büyüğü, elindeki Yeni Ahit’le evanjelist seçmenine Siyon tepesi davetiyesi çıkardığında oranın şimdiki sakini duyduklarına inanamayacaktı. Sarı saçlı şövalyenin benzeri bu illüzyoniste de nihayet “ata yadigarı” toprakları artık resmen tapusuna kaydetmenin yolu açılmıştı. Hristiyan Siyonizmine çok sempatik bakmazsa da, biz sadece kendi bildiğimizi yaparız dese de, bunun için şövalyenin izni ve onayının gerektiğini bildiğinden çok sevinecekti.

Yönetiminde her beş kişiden birinin işsiz kaldığı günümüzde kutsal topraklarına yenilerini katma, feth etme veya ilhak etme söylemine ihtiyacı büyük olacaktı. “Ata mirası” olarak tanımladığı topraklar artık torunlara ait olmalıydı ve bunu kendisi yapacaktı.

Zenginleşme tutkusu gibi Sion’un yeni fatihi olma tutkusu da tüm ruhunu ele geçirmişti sanki. 

Ama bunun için önünde aşılması gereken ciddi bir engel vardı: Söz konusu topraklar boş değildi, eskiden beri orada oturanlar vardı. 

Oradakileri kovmak veya gitmelerini sağlamak gerekiyordu; şiddet kullanmak kaçınılmazdı. Ama zaten aşina idi buna.

Öte yandan Agnon’la aynı coğrafyaların insanıydılar. ‘Kovulmuş olmanın’ ağır yükünü, acısını bilmiyor olamazdı. 

Sartre yine mi haklı çıkacaktı; “Bugünün ezileni yarının ezeni mi?” olacaktı. La Fontaine’in ‘kurtla kuzusunu’ da okumuş olmalıydı illüzyonist; ne doğru söylemişti büyük filozof, “Güçlünün hakkı en büyüğüdür” diye doğrulayacaktı kendini ihtirasını saklamaya gerek bile duymadan.

Hem uluslararası hukuk buna uygun olarak fiilen güçlünün hukuku değil miydi? Jeopolitik gerçeklik, kutsal imgeler, hep ona ait değil miydi?

Yine Agnon’u hatırladı. Cezalandırılmak istenen Rabbiye galiba şöyle demişti Zaddik, “Sen Tanrıyı düşündüğünden emin misin, kendini kolluyor olmayasın?”

İhtirasın yanıp tutuşturan ateşine terk etti yine de kendini kutsal toprakların sakini.

***

Tanrı Sion’un üzerinde insana görünmüş olmaktan pişman mıydı?

Şiddet, büyüklük peşindekilerin düşlerini tekrar tekrar inşa ettikleri bir yol olmamış mıydı tarih boyunca.

Freud dehşet içinde bakacaktı insan ismi verilene.

***

Artık belliydi; kovulacak olanla diyaloğa girilmeyecekti. Uğrayacağı şiddetin acısı içinde yalnız kalacaktı o da. Sürgüne çıkarılacaktı.

Acı tadan, acı vermekten uzak kalmamalı mıydı?

Tarihi boyunca kovulan bu kez kendisi kovma hazırlıkları içindeydi.

Büyük acıların içinden gelen Buber hem de Jerusalem’den uyaracaktı sakınmadan;  “Diğer halklarla bir hakikat arayışı içinde barışçı ilişkiler kurmayan bir halk gerçek bir halk olamayacaktır. Komşuluğu beceremeyen hakikate ulaşamayacaktır.”

 

Strateji ve jeopolitik bilginlerine not

Bu söylenenlere rağmen önemli siyaset bilimciler ve onlardan eksik kalmayacak stratejistler itiraz edeceklerdir. Söyleyeceklerinde yeni bir şey yoktur. Ama tekrar hatırlatmak ve sormak gerekecektir; ata yadigarı ve kutsal simgeler gibi gerçekliği ancak bir hayal perdesinde yansıtan kavramlarla yola çıkılan düşünme sürecinde neden daha sonra reel ve somut denilen süreçlere ihtiyaç duyulmaktadır?

Kolay bir iş olmayacaktır yanılsama ile besleneni reel olarak sunmak.

 

Kovmadan yaşamak

Levinas’la bitirmek gerekirse, “Bakmak gerekecek karşısındakinin yüzüne. Konuşmak, şiddeti durdurmanın ilk yolu olabilecektir belki.” Unutmamak gerek ki şiddet gösteren kendisi kendinden ibaret olandır, kendinden çıkamayandır ve nihayet yalnızlıktır egemenlik.