Türkiye’nin Kıbrıs adasındaki Türklerin uğradıkları katliamlara ve baskılara son vermek amacıyla 20 Temmuz 1974 tarihinde başlattığı amfibi harekâtın 46. yıldönümü bu ay içinde kutlandı.
Türkiye’nin Kıbrıs adasındaki Türklerin uğradıkları katliamlara ve baskılara son vermek amacıyla 20 Temmuz 1974 tarihinde başlattığı amfibi harekâtın 46. yıldönümü bu ay içinde kutlandı. Bu askeri harekâtın sonucu olarak önce 1975 yılında Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu, daha sonra 1983 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilan edildi. Ancak, uluslararası hukuk tarafından belirlenen devlet olma vasıflarını taşıyan KKTC günümüze kadar Türkiye dışında hiçbir ülke tarafından tanınmadı.
Bunun sebebi, Rumların Kıbrıs Cumhuriyeti adlı devleti zor kullanarak ele geçirmeleri ve bu yapıda Kıbrıslı Türk Cumhurbaşkanı yardımcısı, mecliste ve parlamentoda yüzde 30 Türk olması gerekmesine rağmen, uluslararası toplumun hâlâ bu devleti adadaki tek meşru devlet olarak tanımasında yatmaktadır. Bu durum hem BM hem AB için geçerlidir.
Hâlbuki 1960 yılında Yunanistan ve Türkiye arasındaki mutabakat sonucu kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı Rum, cumhurbaşkanı yardımcısı ise Türk olması gerekmekteydi. Nitekim ülkenin ilk Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios ve yardımcısı ise Dr. Fazıl Küçük idi. Fakat Rumların Yunanistan’a bağlanma hedeflerinden (Enosis) vazgeçmemeleri sonucu adada Türklere karşı saldırılar başlamış ve adada kendi mahallelerine sıkışan Türkler topyekûn bir katliamdan Türkiye’nin müdahaleleri ve 1974 Barış Harekâtı ile kurtulmuşlardı. Tabi Kıbrıs’taki Türk direnişçileri Türk Mukavemet Teşkilatını (TMT) da unutmamak gerekir.
Adada Türkler tarafından ‘Mutlu Barış Harekâtı’ olarak da adlandırılan bu operasyon, Rumlar tarafından bir istila olarak nitelendirilmiş ve hem aktif bir üyesi oldukları Bağlantısızlar Hareketince hem Amerika’daki Rum lobisinin etkisiyle Türkiye’nin bu insani operasyonu uluslararası toplumca kabul görmemişti.
Büyük bir devletin küçük bir ülkeyi işgali olarak sunulan bu harekât aslında Kıbrıs Cumhuriyeti adlı devleti kuran Zürih ve Londra Antlaşmalarının bir parçası olan garanti antlaşmasına göre Türkiye’ye garantörlük hakkı veriyordu. Dolayısıyla, ülkedeki karışıklık, Türklerin maruz kaldığı baskılar ve Başkan Makarios’un bir darbe ile devrilmesi sonucu Türkiye garantörlük hakkını kullanarak adaya çıkartma yapmıştı.
Tabi uluslararası ilişkiler öğrencilerinin çok iyi bildikleri gibi dünya siyasetinde haklı olmak yetmez, güçlü olmak gerekir. Türkiye askeri gücünü başarılı bir şekilde kullanarak adaya barış, Yunanistan’a ise dolaylı bir şekilde demokrasiyi getirmişti çünkü 1967 yılında iktidara el koyan Albaylar Cuntası, Türkiye’nin adaya müdahalesi sonucu düşmüştü.
Türkiye için Kıbrıs’ın önemi zaten Ege’de Yunanistan’ın çok sayıda adayı kontrol etmesinden dolayı sıkışmış olmasında ve Kıbrıs’ın da Yunanistan’ın eline geçmesi durumunda, Akdeniz’e çıkış yollarını sekteye uğrama ihtimalinin yüksek olmasından kaynaklanıyordu. Ayrıca adada yaşayan Türklerin can güvenliği de önemli bir konu olarak değerlendiriliyordu. Fakat ilginçtir, hem Kıbrıs doğumlu Alparslan Türkeş hem Rauf Denktaş Kıbrıs’ın stratejik önemine vurgu yapıyordu.
Operasyon sonrası, nüfus mübadelesi sonucu güneydeki Türkler kuzeye geçiyor ve kuzeydeki Rumlar ise güney Kıbrıs’a göç etmek zorunda kalıyorlardı. O zamandan beri adanın bölünmüşlüğü bir gerçek olarak ortada durmakla beraber, KKTC hükümeti, meclisi, sendikaları, kendi askeri gücü Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı (GKK) ile devlet olma vasfını taşıyordu. Ama siyasi bir karar olan tanınma olgusunun bugüne kadar gerçekleşmemiş olması da başka bir gerçeklikti.
Türkiye bütün ağırlığını Kıbrıs için koyup milli bir dava olarak nitelendirse de, Kıbrıs konusu Türk milli eğitim sisteminde yeterince öğretilmiyor ve ilginç şekilde 20 Temmuz Türkiye’de milli bir bayram olarak kutlanmıyor. Ayrıca Türkiye’de KKTC televizyon kanalları izlenmiyor veya kısıtlı olarak izlenebiliyor ve gazeteleri Türkiye’de satılmıyor olması Kıbrıs meselesinin Türkiye’de yeterince bilinmemesi sonucunu getiriyordu.
Dolayısıyla devlet katında stratejik bir konu olarak benimsenen Kıbrıs davası, halk tarafından yeterli ölçüde kabullenilmiyordu. KKTC kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş (1924-2012) Türkiye’de ciddi sempatiye sahip olmakla beraber daha çok devlet kurumları ile ilişkilerini sürdürmekteydi. Öbür taraftan, İngiltere’de eğitim görmüş bir hukukçu olan Denktaş, İngilizce ve Rumcaya vakıf bir lider olarak uluslararası arenada ülkesi tanınmadığı için yeterli bir etkiye sahip olamadı.
Türkiye’nin yaşadığı ikilem, bir taraftan “KKTC Yaşatılacak” argümanını ortaya koyarken öbür taraftan AB’ye üye olma çabasında yatıyordu. Bunun gerçekçi olmamasının sebebi, bizim Güney Kıbrıs Rum Yönetimi olarak adlandırdığımız siyasi varlığın, dünyaca Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanınmasında yatıyordu. İşin doğrusu bu zorluk bir türlü aşılamadı ve KKTC işleyen demokrasisine rağmen izolasyonlar ile yaşamak zorunda kaldı.
Acaba çözüm Kıbrıs’ın kuzeyinin Türkiye’ye ilhak edilmesi mi? KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı buna karşı olduğunu açıkladı ama aynı zamanda bir Kıbrıs Rum Devletinde azınlık olarak yaşayamayacaklarını da vurguladı. O zaman tek çözüm KKTC’nin Rauf Denktaş’ın öngördüğü gibi güçlendirilmesinde ve yaşatılmasında yatıyor.