Kadının hayatın içinde etkin bir rol oynaması konusunda bu topraklarda daima ciddi bir itiş kakış yaşandı. Biraz tarihten, biraz günümüzden izler taşıyan bir kadın yazısı yazmak istiyorum bugün ve fırtınalar koparan meşhur İstanbul Sözleşmesi’ni… Karşıt cinsler arasındaki sosyal ilişkinin kontrol altında tutulduğu Osmanlı toplumunda kadın ve erkeğe iki farklı dünya sunulmuştu. Erkeğinki kamusal, kadınınki özel ve mahremdi. Kadın içerinin, erkek dışarının insanıydı. Ama tabi modern Türkiye kurulduktan sonra kadının erkekle kanunlar önünde eşit sayılması gerektiğine dair değişiklikler Cumhuriyet’in ilk yıllarında 1926’da kabul edilen kanunlarla belirlendi. Çok övündüğümüz, 1935’te Atatürk’ün Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı vermesinin üzerinden 85 yıl geçti. Haktan hukuktan vazgeçtim bütün bu olumlu gelişmeler, değişiklikler maalesef toplumun kültürel kodlarında zerre kadar değişiklik yaratamadı. En gelişmiş, eğitimli topluluklarda bile kadınların masanın bir tarafında erkeklerinse öte yanında sıralandığını görmek bizim normalimizdir. Bazı topluluklarda bu yerleştirmenin aman bu sefer bir erkek, bir hanım oturalım uyarısının yapıldığını defalarca duymuşumdur. Dünyada başka bir dilde var mı bilmiyorum ama Türkçede ‘ev kızı’ diye bir sözcük var. ‘Ev kadını’nın bir boyut öncesi gibi. Malum genç kızken ailenizle, evlendikten sonra eşinizle aynı hayatı paylaşırken tüm bunlara bir isim verilmesi gerekiyor. Türkçede başka sözcükler de var mesela ‘ev’ ile bağdaşan: ‘ev halısı’, ‘ev kedisi’, ‘ev erkeği’, ‘ev terliği’… Say say bitmez…
Gençken evlenmen beklenir, evlenirsin çocuk sahibi olman beklenir, yaşlanırsın çocuklarını evlendirip torun sahibi olman beklenir. Toplum olarak sürekli görünmeyen elleri bizi şekillendirir de şekillendirir. Hafazanallah hiç bir Türk, kadın olsun erkek olsun, bu zihinsel genetikten kaçamaz. Toplumsal hafızamız bir türlü şöyle bir durup dinleneyim de bu kadına o erkeğe, şu insanlara istedikleri gibi olmaları hakkını verelim demez. Şehirleşme oranlarının yüzde 80’lere vardığı ülkemizde son 30 yılda kadınların bu denli toplumsal ve kamusal olarak görünümlerinin artması, haklarını aramaları, ekonomik hayata katılımları erkekler dünyasının hiç ama hiç hoşuna gitmedi. Saçı uzun aklı kısa, eksik etek, kaşık düşmanı nosyonlarıyla büyütülen erkeklerin antipatik yaklaşımlarının sonu hayatın her alanında karşımıza çıkar. Öte yandan oğullarını “Karın değil mi döversin de seversin de” ya da eşi tarafından aldatılan kızına “Erkeğin elinin kiridir kadın, yıkar geçer, yıkma yuvanı boş yere” diyen anneler; yetmedi potansiyel gelinlerini bile daha oğulları evlenmeden bir nefret objesi haline getiren kadınlarımızı da unutmadan geçemeyiz. Böyle anneler tarafından, bu akıllarla büyütülen erkeklerden daha iyisini beklemek de zor oluyor haliyle. Öldürülen kadınların sayıları adeta Ortaçağ’da Avrupa’da yaşanan cadı avları gibi ürkütücü boyutlara ulaşmış durumda.
Kadın meselesi, ki mesele diyorum, buralarda adeta bir sorun’dur, derin bir sorunsal’dır. Başlayıp da bitiremezsin, çeşit çeşit kutucuklar çıkar karşına… Bugünün Türkiye’sinde akşam haberlerinin giriş başlıklarından biri de ‘kadın ölümleri’. Sanmayın ki kendi kendilerine ölüyor kadınlar; eşleri, erkek arkadaşları, sokaktan geçen erkekler tarafından; alışveriş sırasında, trafikte, aklınıza gelen her yerde… Bir öldürme, bir bıçaklama, bir boğazlama aldı başını gidiyor. Tam olarak bu ne zaman başladı bilmiyorum belki de hep vardı toplumumuzda. Dayak, aile içi şiddet gibi gerçeklikler toplumların zehirli sarmaşıkları ama bu internet devrinde her şey görünür hale geldi. Kadınlar artık başlarına gelen felaketleri içlerinde tutmamaya karar verdi, sağduyulu, ama bir o kadar da acı veren paylaşımlar malum sosyal medya kanallarında gün geçmiyor ki karşımıza çıkmasın. E tabi bütün bu felaketler an be an gözlerimizin önünde yaşanırken, toplumsal olarak bu felakete, kadın kıyımına dur densin derken, kanunlarda değişiklikler yapılmasını isterken; isteklerimizin gerçekleşmesi maalesef çok yavaş ilerliyor. Beklediklerimizi bulamıyoruz. Ya da bulduğumuzu zannettik. Önümüzde çok tartışmalı bir İstanbul Sözleşmesi duruyor. Adını İstanbul’da imzalanmasından alıyor ve ilk imzacı da Türkiye. Bu anlaşma Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, yani bilinen adıyla İstanbul Sözleşmesi, kadına karşı şiddet ve aile içi şiddet konularında temel standartları ve devletlerin bu konudaki yükümlülüklerini belirleyen bir uluslararası insan hakları sözleşmesi. 11 Mayıs 2011'de İstanbul'da imzaya açıldı ve 2014 yılında yürürlüğe girdi. 46 ülke ve Avrupa Birliği tarafından imzalandı, imzacı ülkelerin 32'sinde onaylandı. Sözleşmede mevcut toplumsal cinsiyet anlayışının kadınlara ve erkeklere toplumsal roller biçtiği ve bu rollerin kadınlara yönelik şiddette payı olduğu vurgulanıyor. Ama böyle sözleşmeler filan bize sökmez, bizi bağlamaz, zorlanırız çünkü kavramlarda bile anlaşma sağlayamıyor, toplumun gerçeklerini görmekten kaçınıyoruz.
Asıl tartışılan konuların başında metnin Türkçeleşmiş hali geliyor. Metnin orijinalinde yer alan ‘partner’ sözcüğü tartışılıyor. Yani evli olmayan kadınların erkek arkadaşları olamaz diye düşünülüyor herhalde. Bunca öldürülen kadına rağmen sanki memlekette birbiriyle flört eden yokmuşçasına buraya kafa takılıyor. Yetmezmişçesine, orijinal metinde geçen ‘domestic violence’, Türkçeye ‘ev içi şiddet’ yerine ‘aile içi şiddet’ olarak geçiyor. Ancak birçok kadın kuruluşu, gazeteci ve akademisyen tarafından ‘ev içi şiddet’ tercih ediliyor. İngilizceden Türkçeye çevrilemez binlerce kavramın olduğunun ayırdına varılabilseydi keşke. Çünkü dili yaratan kültürdür. Bu bir başka yazının konusu olmakla birlikte aslında toplum rehberleri olarak gördüğümüz din alimlerinin, yöneticilerin, akademisyenlerin ve saydığım unuttuğum tüm insanlarımızın insafa gelerek, kadınlarımızın öldürülmelerine dur demesinin vakti geldi de geçiyor. Unutmayalım bugün başkasına yapılan, yarın sizin de başınıza gelebilir.