Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları olarak bizim dünyamızın merkezi işte tam da buralar. Yani güney komşularımız Suriye, Irak; onların komşuları olan Ürdün, Lübnan ve İsrail.
Ortadoğu’nun güzeller güzeli Beyrut’u geçtiğimiz günlerde yine ve yine ve yine acılara boğuldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları olarak bizim dünyamızın merkezi işte tam da buralar. Yani güney komşularımız Suriye, Irak; onların komşuları olan Ürdün, Lübnan ve İsrail. Çünkü bu ülkelerin herhangi birinde yaprak kımıldasa bizim buralarda perdeler uçuşuyor. Şöyle haritada bakındığımızda o kadar yakınımızdalar ki bu kadar olur. Haritalar sadece şekil oysa tüm bu büyük coğrafyanın tüm devletleriyle birlikte yarattığımız ortak geçmişimiz dev bir ağırlıkla bugünkü hayatımızın içinde. Ve maalesef I. Dünya Savaşı’ndan beri sözünü ettiğim coğrafyada nereye dokunsak bin ah işitiliyor. Kültürel, insani, siyasi acılar, devrimler, suikastlar, patlamalar, ölümler… Hiç iyi bir şey yok mu? Var tabii mesela bu coğrafyanın yeraltı, yerüstü zenginlikleri, müzikleri, yemekleri, harika insanları, felsefesi, devasa bir tarihi, bugünün dünyasında ciddi önem arz eden stratejik konumu ve bütün bunlar yüzünden sürekli ölen, öldürülen, acılardan acılara sürüklenen insanları var. Lübnan ile tarihimiz çok katmanlı; zaman zaman dumanlı olsa da derin bağlarımız var. Değil bu yazıya, yüzlerce teze konu olacak genişlikte diyebilirim, öyle de olmuş zaten. Yazımda Osmanlı Devleti’nden ayrılan bu coğrafyada ‘ulus devlet’ modeline geçişin, Arap milliyetçiliğinin tohumlarının nasıl ve neden atıldığından kısaca söz edeceğim.
Lübnan ile maceramız Yavuz Sultan Selim ile başlar. Avrupa Devletleri’nin özellikle Fransa’nın Lübnan’a 17. yüzyılda başlayan ilgisi Osmanlı Devletinin ‘Hasta Adam’ haline geldiği 20. yüzyılın başında bölgede yaşayan Maruni Hristiyanlar nedeniyle artık ilginin ötesine geçmiştir. Osmanlı Devleti bölgede Müslümanlığın Batıni bir mezhebi olarak sayılan Dürzi beylerle çalışırdı ve Hristiyan Maruniler üzerinde baskı kurardı. Fransızlar Marunîleri, İngilizler Dürzîleri ve Nusayrileri desteklediler ve bölgede Osmanlıların kontrolü giderek zayıfladı. Özellikle 1860’lardan itibaren bölgede Avrupa destekli Arap milliyetçiliği hız kazandı. Padişah II. Abdülhamit, devletin bekasını İslamcılık politikası üzerinde kurgulamasına ve Arapları hem kazanmak ve hem de yönetimi altında tutmak adına yararlı olacağını düşündüğü pek çok politika geliştirmesine rağmen ‘Arap milliyetçiliği gemisi çoktan limandan yol almıştı’… Mesela 1884’te Babıali’ye yani Saray’a yazılan Arapça bir mektupta belirtildiğine göre Lübnanlı Hıristiyanlar üzerinde “Fransa’nın etkisi o derece büyüktür ki bunlar 1870-71’deki Fransız-Alman harbinde Fransa'ya 15 bin gönüllü savaşçı yollamayı Fransa devletinden istemişlerdi”. Ancak aynı Lübnanlıların 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşında, Osmanlı Devletine yardım olarak bir nefer bile göndermemeleri manidardı. II. Abdülhamit’in sadrazamlarından olan Kamil Paşa’nın Lübnan’daki durumun vahametini gözler önüne sermek için kendi arizasına yani padişaha hitaben durumu anlatan raporuna, aslen Şamlı olan Doktor Binbaşı Yusuf Mihail Hamaye isminde birisinin Lübnan hakkındaki raporunu da eklemeyi ihmal etmemiştir. Raporundan Lübnanlı bir Hıristiyan olduğu anlaşılan Yusuf Mihail’in Beyrut'a gittiği sırada Paskalya yortusu dolayısıyla ziyaret ettiği kilisede Malatyos Fekat adındaki bir Katolik rahibin halka şu nutku verdiğini belirtmektedir: “Ey Suriyeliler! Bakınız nasıl bir hususta Fransızlar sayesinde terakki ediyorsunuz (gelişiyorsunuz). Fransızlar sayesinde ulum ve ffin-un tahsil ediyorsunuz (ilim ve fen öğreniyorsunuz). Söyleyiniz ey Suriyeliler! Böyle bir devlet-i muazzamanın sayesindebulunuyorsunuz. Onun ziyasıyla münevversiniz (ışığıyla eğitimlisiniz). Güneş gibi şuaları üzerinize atıyor. Şefkat ve merhametleri sizi ihata ediyor. Böyle bir, şevk ve merhamet hiçbir devlette bulunmuyor. Ey Suriyeliler, evladlarınızı böyle bir adil devlet vikaye ediyor (koruyor). Mübarek olsun ol Fransızların toprağı ki, böyle bir millet-i necibeyi havidir (soylularla doludur). Sanayi ve imalatda sair milletlere tavakkuf ediyor. Ey Suriyeliler, söyleyiniz ki, böyle bir malumatlı millet-i mükerreme vasıtasıyla terakki ediyorsunuz. Daha nice, nice iyilikler…”
Bütün bunlara ek olarak Ortadoğu’daki çıkarlarını Hristiyan nüfus üzerinden elde etmeye çalışan Batılı büyük devletlerin misyonerlik çalışmalarından da söz etmeden geçemeyiz. Özellikle İngilizlerin desteklediği Amerikan Protestanları, Fransız Cizvitlerinin Suriye ve Lübnan’da açtıkları misyoner okulları ile Rusların Kudüs’teki Rum Ortodoks Kilisesi bölgedeki Hristiyan ahali üzerinde etkili olmuşlar, Arap geçmişi ve kültürel mirasından haberdar bir nesil yetiştirmişlerdir. O devirde de bu devirde de stratejik konumu nedeniyle tüm dünyanın gözünü üstünde tutan bu güzel topraklarda kozlar bir türlü paylaşılamıyor. Mesela dünya doğal gaz rezervlerinin yaklaşık yüzde 16’sına sahip olan İran’ın, doğal gaz ihraç edebilecek ciddi bir pazar ihtiyacı var. İşte Suriye’den Lübnan’a dolayısıyla Akdeniz kıyısına uzanan böylesi kara koridoru, İran için hayati önem taşıyor. Bölgede Şii bir İslami ağ kurmak isteyen İran kadar, tam aksini isteyen ciddi çıkar grupları da var. Öte yandan Türkiye Doğu Akdeniz’de hidrokarbon aramaya devam ediyor ve deniz sınırlarımız konusunda ciddi anlamda haksızlıklarla karşı karşıya olduğumuz, Lübnan’ın da içinde bulunduğu bu çok bilinmeyenli uluslararası denklemde adeta bir muamma olarak ortada duruyor.
Mesela enerji diye diye oluk oluk paraları denizlere, oluk oluk masum insanların kanlarını topraklara akıtmak yerine; dünyanın en güneşli ülkelerinde yaşayan insanlar olarak güneşten, havadan yararlanmayı seçsek ne olurdu? Bunlara kafa yorsaydık, ne kaybederdik? Mesela sözüm sömürgeci, fırsatçı, kurnazlara; kendi toplumlarının ekonomik refahını daha güçsüz toplumları ezerek, sömürerek, kendine yabancılaştırıp amorf bir şey haline getirerek sağlamasalar ne olurdu? Mesela kutuplardaki buzulların eridiğini sağır sultan bile duymuşken, bu ölümcül sorunun neden çözmek istemediğimizi konuşsak ne olurdu? Kutsal kitapların emirlerini, uyarılarını birbirimizi, doğayı yücelterek, severek anlayabilseydik ne olurdu? Çok güzel olurdu çok…