Ülkemi seviyorum. Yaşananları kabullenemiyorum…
Türkiye’yi ve İstanbul’u sadece burada doğup, büyüdüğüm, köklerimin en az 500 yıldır bu topraklarda olduğu için seviyor değilim. Biliyorum bu topraklar, beni de içine alan, insanlık tarihine yön vermiş büyük bir geçmişi barındırıyor…
Aldıklarının karşılığını fazlasıyla veren, buradan geçen her kavmin bıraktığı izlerle kendisini cömertçe insanlığa sunan Anadolu… Lidya Kralı Krezüs’ün ilk altın sikkeleri bastırdığı, Truva Savaşının koptuğu, Antik Çağ’ın üç harikasını ve Hitit İmparatorluğu’nun büyük şehirlerini barındırdığı, Ezop’un masallarını yazdığı, Hipokrat’ın tıp ahlakını geliştirdiği, Büyük İskender’in Gordiyon kördüğümünü kestiği, Herodot’un, Milet’li Tales’in memleketi olduğu ve tabii ki Meryem Ana’nın evinin, Efes Celsus Kütüphanesinin, Göbeklitepe’nin gizemlerinin bu topraklarda dile geldiği için Anadolu’yu seviyorum. Anadolu yaylalarının sonsuz enginliğini, havasının temizliğini ve her şeyden çok umutsuzluğa alışmış ama misafirperverlikten vazgeçmeyen köy halkını seviyorum.
İstanbul’u da çok seviyorum. Sadece Bizans’ın surlarından, Koca Sinan’ın camilerinden, Galata ve Kız kulelerinden, Boğaz’da yaşama sanatından dolayı değil. Bu şehri, beni burada kuşatan, zaman zaman tükenmişlik hissi veren tüm kusur ve zorluklarına rağmen seviyorum. Bir gün ayrılmak zorunda kalabileceğimi düşünmek bile istemiyorum.
Nitekim ülkem ve şehrim adına son zamanlarda alınan kararları, yaşananları kabullenemiyorum. Osmanlı kültürünü yaratan yüzlerce yıllık etnik unsurların birikimini öğrenmeden, alt kültürle hemhal olmadan, bu kültürü içselleştirmeden, ülkemin farklı köşelerinde yapılmaya çalışılan, sosyal medyadan utanarak izlediğimiz ‘restorasyon’ faaliyetlerini kabullenemiyorum. Aklıma İtalyan bir mimarın o ünlü sözü geliyor: “Türkler, İstanbul’u 1453’te fethettiler, ama hâlâ yerleşemediler.”
Son bir ayda 36 kadın cinayetinin yaşandığı ülkemde, kadına yönelik şiddetin engellenememesini kabullenemiyorum. Ana Tanrıça Kibele’den Meryem Ana’ya, annelik kültünün kutsallığının en üst seviyede olduğu, kadınla erkeğin omuz omuza Kurtuluş Savaşı’nı kazandığı bu topraklarda kadınlarımıza yapılan muameleyi kabullenemiyorum.
Gerçek entelektüellerin suskun, yerlerini korumaya çalıştığı, bilginin değersizleştirilip, kalitesizliğin el üstünde tutulduğu, medyanın ise papağan rolünü üstlendiği bir iklimi kabullenemiyorum.
Eğitimden ekonomiye, sosyal haklardan, politikaya içeriğin boşaltılıp propagandanın en üst düzeyde tutulduğu, akılcılığın yerini genel kabulün aldığı bir düzeni kabullenemiyorum.
17 Ağustos 1999 depreminde Türkiye’ye en çok yardım eden ülkelerden biri İsrail iken bugünkü tabloda iki ülkenin geldiği noktayı, dünyanın birçok ülkesi tarafından ‘terörist’ kabul edilen Hamas militanlarına Türk vatandaşlığı verilmesini kabul edemiyorum. İsrail tarihte ilk defa savaş sonrası bir döneme gerek kalmadan bir Arap ülkesi ile daha barış anlaşması ve işbirliği kararı alırken, Amerika’nın da arabuluculuğu ile ilhak planları da süresiz ertelenirken, bölgede istikrar ve güven unsuru olması gereken ülkemin bu gündemin dışında kalmasını kabullenemiyorum.
Yurtdışına yerleşip, farklı ülkelerde hayatlar kuran ve içlerinde her daim Türkiye hasreti yaşayan tanıdıklarımın yaşanan her olumsuzlukta, kendi iç hesaplaşmalarının da huzursuzluğuyla “Bak gördün mü, orada neler oluyor?” demelerini, dışardan ‘haklı’ görünmelerini kabullenemiyorum!
***
Bir Hayalim Var!
The Jerusalem Post Gazetesi’nden öğrendiğim habere göre İsrail- Birleşik Arap Emirlikleri arasındaki barış anlaşmasının imzalanmasından sonra Yemen’de kalan yaklaşık 50 ile 100 arası Yahudi cemaati üyeleri Abu Dabi’ye göç edip orada bir Yahudi hayatı kurmaya hazırlanıyormuş. Peki belki şimdilik bir hayal ama, neden ülkemiz de gerekli politik ve ekonomik konjonktür sağlansa farklı ülkelerden Yahudi göçü almasın? Bilindiği gibi son yıllarda Vakıflar Genel Müdürlüğü başta Edirne Sinagogu olmak üzere ibadethanelerin restorasyonu ve tescillenmesi için çok önemli adımlarda bulundu. Ancak en önemli eksiğimiz Edirne’de, İzmir’de, Çanakkale’de, Bursa’da, Antakya’da, Adana’da, Antep’te, Diyarbakır’da ve daha birçok şehrimizde Yahudi nüfusumuzun azalmakta ve hatta yok olmaya başlamasıdır. İstanbul toplumundaki durumu görebilmek için de her hafta gazetemizdeki doğum ve ölüm oranlarına bakmak maalesef yeterlidir. Hatta benzer durum Rum ve Ermeni toplumlarımız olmak üzere diğer azınlıklar için de geçerlidir. Tarihimize baktığımızda dini azınlıkların İmparatorluğa nasıl yararlı oldukları malumumuzdur. Fatih ve II. Bayezid’in dini azınlıklara ilişkin tutumu zaten çok bellidir. Nitekim II. Mahmud ise; Osmanlı’nın dinlere bakışını şu sözlerle özetlemiştir: “Ben tebaamdan Müslümanları camide, Hıristiyanları kilisede, Yahudileri havrada görmek isterim. Aralarında başka bir fark yoktur.” Hal böyle iken, Türkiye’nin de bölgedeki tarihsel rolü ile İran’dan, Yemen’den, Fas’tan, Tunus’tan ülkemize Yahudi göçünü teşvik etmesinden daha doğal ne olabilir ki? Yeter ki hepimiz aynı amaç için, bu vatanı daha yaşanılabilir bir yer yapabilmek için birleşelim!
Seslendiren: Janet Mitrani