Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, Türkiye ile zıtlaşmanın AB ile Türkiye ilişkilerindeki sorunlara çözüm getirmeyeceğini, sorunların diyalog ve müzakere ile çözüleceğini söyledi.
Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, Türkiye ile zıtlaşmanın AB ile Türkiye ilişkilerindeki sorunlara çözüm getirmeyeceğini, sorunların diyalog ve müzakere ile çözüleceğini söyledi. Yetmedi ve devam etti: “Eski imparatorlukların geri gelmeye başladığını” belirten Borrell, “Bunlardan üçü Rusya, Çin ve Türkiye. Bunlar küresel ve bölgesel yaklaşımlarla gelen eskinin büyük imparatorlukları. Bu durum bizim için yeni bir ortam sunuyor” diye konuştu. Doğu Akdeniz’deki gerginliğin düşürülmesi için yaz aylarında çaba gösterdiğini dile getiren Borrell, daha fazla çaba gerektiğini belirtti. Tabi sözler sahiplerini bağlamakla beraber, imparatorluk neydi gelin bir ufuk turu yapalım da hatırlayalım. Malum bizler Türkiye Cumhuriyeti’nde doğduk, büyüdük. Ancak tarih derslerinden hatırlıyor mesela Osmanlı İmparatorluğu’nu pek çoğumuz.
İmparatorluklar, Howe’a göre kültürel, etnik, ekonomik ve toplumsal açılardan çeşitlilik arz eden, farklı halkları bünyesinde toplayan büyük topraklardır[1]. Bu çok kültürlü siyasi yapının egemen bir merkezi vardır ve kendisine bağlı olan toplumları sürekli olarak etkiler, kaynaklarını sömürür ve bu getirileri kendi amaçları için kullanır. İmparatorluklar, hiyerarşik yapılardır, fetihlerle kurulur ve fetihlerden sonra kendisini merkezin askeri, politik, ekonomik ve kültürel üstünlüğüyle devam ettirir. Devasa, merkezi ve bürokratik olan imparatorluklar dünya insanlık tarihinin en önemli, güçlü ve uzun ömürlü politik aktörleridir. İmparatorlukların olmaması, boyun eğdirilmiş halklar üzerinde kurgulanmış farklı yönetim ve tekniklere rağmen insanlık tarihinde daha büyük kaoslara, bölünmelere, devletlerarası savaşlara yol açmıştır. Bugünün dünya değerlerinden baktığımızda asla kabul edilemez görünen tüm yaşam ve yönetişim biçimlerini insanlık çağlar boyunca sürdürmüştü; isteyerek ya da istemeyerek. Machiavelli’den, Kant’a, Bodin’den, Rousseau’ya pek çok düşünür imparatorluklar olmasa ne olur, yerine ne konulur sorusunun cevaplarını bulmaya çalıştılar.
20. yüzyıla gelindiğinde ise mesela nevrotik Hitler bir dünya imparatorluğu kurma hevesleriyle dünyayı kana buladı. II. Dünya Savaşı’nın sonunda dünya düzenini Birleşmiş Milletler ile birlikte kurgulamaya kalkan ABD maalesef emperyalist hevesleriyle büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Özellikle II. Dünya Savaşı’nın acımasız darbesini yiyen sömürgeci Avrupa ülkeleri dahil; Japonya’da, Vietnam’da yaşanan katliamlar, değil imparatorlukların bittiğini aksine yeniden hortladığını gösterdi insanlığa. Hemen ardından gelen Soğuk Savaş süreci, ABD ile SSCB’nin hem yakın coğrafyalarında ve hem de dünyanın kendileriyle uzak yakın alakası olmayan coğrafyalarında askeri ve işgalci bir tavırla alakadar olma sürecine girdiğini fark etti. Örneğin Irak Savaşı’nda Birleşmiş Milletler üyelerinin Irak’ın işgaline onay vermeleri için sahte belgelerle ABD ve İngiltere’nin ne dümenler çevirdiklerini muhteşem aktris Keira Knightley’nin canlandırdığı gerçek bir kadın kahraman olan Catherine Gun karakterinden ‘Resmi Sırlar’ adlı filmde izledik. Başka ulusların sömürülerek inim inim inletilmesine dayalı bu dünya düzeni artık dikiş tutmuyor. Medyanın, internetin bu denli hızlı bilgi akışına izin vermesi; her insanın haberciliğe soyunduğu bu yeni dünyada eski siyasi yapıların foyalarını ortaya çıkarttı. İngiltere ve Fransa gibi geleneksel sömürgeciliğin ağır topları ve bir ölçüde de ABD dünyadaki etkilerinin azaldığını, inanılırlıklarını kaybettiklerini fark ettiler. Kendi ülkesinde Afrikalı Amerikalılara hâlâ ağır bir ırkçılık uygulayan ABD, artık şefkatli, sevecen Sam Amca’dan; asabi, acımasız, antipatik bir canavara dönüşmüş durumda. Türkiye, Çin, Rusya gibi güçlerin Afrika dahil dünya pazarlarına, ekonomisine, enerji kaynakları kullanım sistemine girmesi yepyeni bir dünya düzeninin başladığını gösteriyor. Ve bu da mevcut güç dengelerini elinde tutan, ipleri ve finans kaynaklarını elden kaçırmak istemeyen ülkelerin hiç hoşuna gitmiyor. Genç Türkler yabancı dilleri iyi konuşuyor, ticareti biliyor, eğitimli, hırslı, inatçı ve bunlar eski dünya düzeni savunucularına çok tatsız geliyor. Pastadan pay istiyorlar, pasta küçülüyor. Yeni dünyanın güçlüleri; ekonomik, siyasi, kültürel egemenlikler kurarak, ülke dışında askeri güç bulundurarak konsolide oluyorlar. Dinamik, özgüveni artmış Türkiye ne yapıyor? Irak’a PKK ile mücadele kapsamında operasyonlar yapıyor, askeri üsleri var ama güvenlik nedeniyle yerleri açıklamıyor, Başika üssü en çok öne çıkanı; Suriye’de Barış Pınarı Harekatı ile Türkiye sınırlarına yakın ciddi bir alanı kontrol ediyor, ulusal güvenliğimiz adına uluslararası hukuka göre her türlü operasyonu yönetmeye hazır; 2017’den beri Somali’de askeri üs açtı ve asker yetiştiriyor ayrıca Aden Körfezi, Somali karasuları ve Arap Denizinde ticaret yapan Türk gemilerinin güvenliğini öncüllüyor; Lübnan’da BM Geçici Görev Gücü kapsamında 100 asker bulunduruyor; Afganistan’da BM kararlarıyla NATO misyonu çerçevesinde Afgan ordusunu eğitmek adına 2000 asker bulunduruyor; Katar’da 2017’den beri askeri üssü var; Mali’de BM Entegre İstikrar Misyonu kapsamında asker bulunduruyor; yine Orta Afrika Cumhuriyetinde aynı misyonla asker bulunduruyor; Bosna Hersek’te orduya eğitim desteği veriyor; Kosova’da BM Barış Gücü ile birlikte orduya eğitim desteği veriyor; Kuzey Kıbrıs’ta doğrudan Milli Savunma Bakanlığına bağlı olarak üs ve 40 bin asker bulunduruyor; Azerbaycan’da Sumgayıt Nasosnaya Hava Üssünde bir terminalin adına tahsis edilmiş olduğu iddia ediliyor; Arnavutluk’ta Avlonya kentinde Adriyatik kıyısında bir üs bulunduruyor ve Sudan’da Sevakin Adasında 99 yıllığına adına tahsis edilmiş bir üs bulunduruyor. Tabi bütün bu saydığımız coğrafyanın büyük bir bölümünün Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesi olduğu düşünülürse eşyanın tabiatına uygun bir durum ortaya çıkıyor. Asırlar boyunca kurulmuş ilişkiler eski dünya düzeninin düzenleyicileri istemese de Yeni Dünya düzeninde Türkiye’nin kaçınılmaz bir ‘parlayan yıldız’ olduğu sonucuna götürüyor. Yıldızımızın hep parlaması dileğimle…
[1] Howe, 2002: 15,30