Kahramanca yolculuk

“İnsanların hayatta olma deneyimini aradıkları kadar hayatın anlamını da aradıklarına inanmıyorum.”

Bahar FEYZAN Köşe Yazısı
7 Ekim 2020 Çarşamba

“İnsanların hayatta olma deneyimini aradıkları kadar hayatın anlamını da aradıklarına inanmıyorum.”

Sözlerin sahibi Joseph Campbell, eminim 2020 yılını görseydi fikrini değiştirirdi. En azından bu anlamı arayanların sayısının her geçen gün arttığına inandığını belki de benimserdi. 

Hepimiz öyle ya da böyle kendi hayatlarımızın kahramanıyız. Hikâye bizim hikâyemiz. Ve bu hikâyenin üç temel aşaması var. Bir ‘krizde’ ya da durumda beliren ayrılık, başlatma ve dönüş aşamalarına tabiiyiz. Bir nevi evrensel yasa gibiler. Tüm hikâyelerimiz bu üç aşamada şekilleniyor. Farkında olsak da olmasak da. Örneğin boşanıyor ya da işten atılıyorsanız, alıştığınız güvenli dünyadan uzaklaşıyorsunuz. İkinci aşama ise yeniyi başlatmak. Bekar yeni hayatını ya da yeni işinizi ya da işsizliğinizi başlatıyorsunuz. Ve yeni dünya yeni aşamalar, yeni zorluklar demek. En son aşama ise dönüş yani tamamladığınız dünyadan dönerken edindikleriniz, deneyimleriniz ve hikâyeniz var artık. Diyelim çocuklarınızı büyüttünüz ve bir anne olarak onların evden uçup gittiği, kendi kararlarını vermeye başladığı gün de sizin için, alıştığınız annelik rolünden ayrılık ve içsel dünyanıza dönüşle çifte yolculuk bile başlatıyorsunuz. Deneyimin şekli, uzunluğu ya da kısalığı değil, döngülerin önemi bizi oluşturuyor. Joseph Campbell’in bakış açısı sinema ve TV dünyasının temelidir. 

Sinemacıları, yazarları ele alın. 

Tanrı gibi hissediyor insan yazarken bile. Düşünsenize bir karakter yaratıyorsunuz. Eli, kolu, tipi derken bir de dünyası var. Arkadaşları, çevresi hatta iç dünyası, verdiği tepkiler, zayıflıkları ne? Bunları bilmeden karakteri ilerletebilme şansınız yok. Hepsini yazmasanız bile o karakterin çocukluğunun nasıl geçtiğinin en yakın şahidi olmanız lazım. Uydurarak değil, bir taş diğerini getirmeye başladığında karakterin doğası da ortaya çıkmış oluyor. Bir bakmışsınız elinizden avcunuzdan kaymış karakter. Yemin ederim ‘Struma Aşk Yolcusu’nu yazarken bana aynen böyle oldu. İzak gibi kararsız bir adamın bir anda karar verebilmesine, Viktorya gibi masum bir kadının bir anda planlarıyla ortaya çıkışına, sert duruşlu Kemal’in merhametine kendim bile hâlâ şaşırırım. Nasıl oldu ki diye. Sanki elimdeki kalemi alıp “Ver şunu allah aşkına ya” diye kendileri koştular ben de yazdım! 

Aynısı hayatla bizim aramızda da geçerli. Ya da siz isterseniz tanrıyla bizim aramızda deyin. Önemli olan hikâyenin bir noktada, ‘tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan çıktı’ haline döndüğünü anlamak. Bunu anlamazsak labirentteki yolculuk, kimileri için hiç son bulmuyor. Bilmiyorum bulması da gerekiyor mu? Neticede arzu önemli. 

Tüm bunları anlattım çünkü bugün size şahane bir adamı tanıştırmak istiyorum. Avi Goren-Bar. Klinik psikolog ve verdiği Jung koçluğu eğitimi için yöntemini tüm kalp açıklığıyla dünyayla paylaşıyor. 

Yaklaşık bir yıllık eğitimi boyunca kendinizi açtığınız kadar ilerlediğiniz yolculukta asla başladığınız insanla bitirdiğiniz insan aynı kişi olmuyor. Bunu sadece bakış açısı değişikliği ile tanımlayamayız. Yolculuğun kendisi zaten bunu hissettiriyor. 

Kahramanın yolculuğuna kendi dünyanızı tanımak üzere çıkartıyor. Etrafta çokça paylaşılan ve nasihatten öte gitmeyen eğitimler ve sözler eşliğinde değil, C.G. Jung gibi değerli bir insanın metodun ışığıyla ilerliyor.

Ben neden paylaşmak istedim? 

Newton’un öngörülebilir dünyasından 2020’nin öngörülemez kuantum ve sınırsız olasılıklarına geçtiğimizden beri bir şeyleri az da olsa anlamaya çalışıyoruz. Öncesinde ise kendi ilişkilerimizi, etrafımızı ve bir parça dünyayı anlamaya gayret ediyorduk. Bu yeterliydi. Fakat sonra fark edildi. Kesinlikle değişen dünyanın bir anlamda temellerini atan jenerasyonlarız. Bunun çok önemli olduğuna inanmakla beraber önem atfedilmemesini umuyorum. Çünkü dünyayı kurtarmaya kalkışacak insanlardan ve oluşumlardan korkuyorum. Sonucu iyi olmuyor. Savaşlar çıkıyor, diktatörler geliyor falan… Ben alturistik düşünceye inanmadığım gibi aşırı tehlikeli bulanlardanım. 

Fakat nasıl ki; bugün sallanan realitemizin temelleri 18. yüzyıl değerleriyle ve dünyasıyla atıldıysa o ‘tek düzelik’ artık öyle bir form değiştiriyor ki, kim ne diyeceğini şaşırıyor. Nereye baksa tuhaf bir şey oluyor. Hangi kurumu, anlayışı tutsa elinde kalıyor. Hepsi birer birer devriliyor.

‘Bilmiş’ bir edayla anlatıyor gibi olmak istemem. Okuduklarım, katıldıklarım, olduklarım, gözlemlediklerim, şahit olduklarım, sezgilerim hepsi bunun içinde yer alıyor. Ve bana öyle geliyor ki, dünya kaostan yeniden doğuyor. Biz de bunun şahitleri, kurucuları, katkı yapıcıları, köstekçileri hatta kimi zaman çöküşü hızlandıranları bile olabiliyoruz. 

Hepimizin birbirimize bağlı olduğunu sanırım bu yıl yeterince görmüş ve anlamışızdır. Pandemi sebebiyle bireysellik denen halin, kimi zaman önemli bir mertebeye kimi zaman da önemli bir çukura dönüştüğünü gördük. Aslında ‘hangi bir’den ibaret olduğumuz sorusuyla tek başına bırakıldık. Çevredeki şartlar tarafından yakamızdan paçamızdan çekildik. 

Şartlara göre evrilmek zorunda kalıyorsak ve topluca bunlardan bir şekilde fayda sağlamayı umuyorsak, bizim toplumun dışında kalamadığımız bir ‘bir’ olduğumuz kesin. 

Fakat trajikomik olan; yani dünya tam bireyleşmeyi öğrenip yüceltirken amiyane tabiriyle 90’ndan çakılan amansız bir golle insanlık, skora mı baksın maçta mı kalsın, seyirciyle mi uğraşsın pek bilemiyor. 

Kahramanın yolculuğundaki ilk aşama (ayrılık) hepimiz için 2020 yılında gelmiş olup artık bildiğimiz eski güvenli dünyada olmadığımız kesin. Fakat topluca bu çağrıyı reddetmekle meşgul olduğumuzdan, yolculuktaki yeni ne? Nasıl? İşte o kısmı daha başlamadı. 

Avi ile bu hafta yaptığım röportajda bunları ve eğitimini konuştuk. Vaktiniz olursa göz gezdirin.