Prospero ile Caliban

Hasan Bülent KAHRAMAN Köşe Yazısı
7 Ekim 2020 Çarşamba

Bilenler bilir, Prospero ve Caliban, şimdi bu satırları yazarken masamın üstünde duran büyükler büyüğü, en tam edebiyatçı dediğim Shakespeare ustanın son yapıtı Fırtına’nın tipleridir. Hatta bu oyunda bazı pasajlar Shakespeare’in emekliliğe ayrılış sözleri gibi okunur. Türk tiyatrosuna büyük katkılarda bulunmuş Özdemir Nutku Hocamızın çevirisi de mükemmeldir ama gene de merak edenler Can Yücel’im delimsirek dilinden okusunlar.

Dünya edebiyatında bazı böyle ‘odd duo’lar vardır, olmayacak çiftler diyelim, zıt karakterler diyelim. Gargantua ve Pantagruel ilk aklıma gelenlerdir, Sherlock Holmes’la Watson öyledir, ne bileyim Catherine ve Heathcliff böyledir. Bizim Karagöz’le Hacivat büsbütün böyledir.

Prospero iyi eğitimli, sanattan anlayan, yüksek fikirli, yeniliklere açık, eğitimden, estetikten yanadır. Adaya kızıyla birlikte kendisine ihanet eden kardeşi tarafından sürgün edilmiştir. Orada büyücülük öğrenir. Bu yetisini orada karşılaştığı Caliban’a karşı kullanır. Caliban yarı canavar yarı insan bir varlıktır. Kaba sabadır. Prospero’nun zıddıdır. Shakespeare oyunlarında görülen onca hengameden sonra (o arada Caliban adaya bir fırtınada düşen Stephano’yu Prospero’ya rakip çıkarır) olanlar olur, Caliban da Prospero’nun efendiliğini kabul eder.

Bu ikili üstünde çok durulmuştur. Çok yorumlar yapılmıştır haklarında. Ama en nihayet Prospero’nun beyaz sömürgecileri, Caliban’ın sömürülenleri temsil ettiğine karar verilmiştir. Tabii, iş bu noktaya gelince o güne kadar bu zıt ikili hakkında yazılanlar da ters yüz olmuştur. Nasıl olmasın? Çok uzun süre Prospero’nun aydınları, elitleri Caliban’ın da kaba halkı, büyük şairimiz ve ilginç düşüncelerin sahibi Ece Ayhan’ın deyişiyle ‘kara kamu’yu temsil ettiği söylenmiştir. Elitler, kentliler, görmüş geçirmişler kültür yanlısıdırlar, diğerleri içgüdüleriyle hareket eder.

Büyük eleştirmenimiz ve denemecimiz Nurullah Ataç da bu ikilinin adını taşıyan kitabında tamı tamına bu açıdan konuya yaklaşır ve aydınları, seçkinleri yüceltir, halkı, köylüleri kınar, eleştirir. Ataç bu nedenle hem çok eleştirilmiş hem de çok benimsenmiştir. Karmaşık, kapsamlı bir konudur bu. Galiba dünya durdukça da tartışılacak ki, evet, dünya bir kere daha tartışıyor Prospero ile Caliban’ı.  

Popülist siyasetlerin en gelişmiş ülkeleri bile tutması üstüne ve dünyanın yeni bir popülizm salgınıyla yüz yüze gelmesinden sonra insanlar yeniden seçkinlerin konumunu, toplumdaki işlevini düşünmeye başladı. Hemen belirtelim, seçkincilik yanlışlığı kanıtlanmış bir tercihtir. Bir tür ayrımcılık kabul edilir seçkincilik. Ama bu seçkinlerin bir toplumdaki önemini yadsımak anlamına gelmez. Tersine, seçkinlerini yitirmiş toplum başlı başına bir çıkmazla yüz yüzedir. Öte yandan halkı küçümsemek, kitlelerin gerçeğini yok saymak da bir o kadar yanlıştır. Bektaşi’nin dediği gibi ‘yok mudur bunun ortası’?...

Vardır. Seçkinciliğin ‘mahkûm’ edilmesinden sonra Batı toplumları ‘liyakat sistemi’ kavramını ve yöntemini geliştirdi. Liyakat sahiplerinin yönetimde bulunması ‘kral felsefeci olmalıdır’ diyen Platon’dan beri süregelen bir büyük yönetim ilkesi. Roma da Osmanlı da aynı sistemle yönetildi. Fakat son zamanlarda anlaşılan iki büyük çıkmazla çarpıştık.

Birincisi, liyakat sistemi derken farkında olmadan bir kere daha elitist bir anlayışın pençesine düştük. Beyaz yakalılar, iyi eğitimliler, başkalarının edinemediği bilgiye sahip olanlar açıkça eşitsizlik denen ve çok şikâyet edilen bir noktaya gelince toplumlar kara kara düşünmeye koyuldu. Büyük siyasal kuram düşünürü ve ‘adalet’ konusundaki dersleri sosyal medya kanallarında ve Harvard’da en çok izlenen dersler arasında olan Michael Sandel son yazdığı kitapta (The Tyranny of Merit--Liyakat Tiranlığı) bahsettiğim kavramı ve sistemi enikonu eleştiriyor.

Liyakatin çok ciddi toplumsal eşitsizlikler yarattığını vurguluyor ve meritokrasinin en iyisinin bile çok ciddi toplumsal sorunlar içerdiğini belirtiyor. Bizatihi layıkların (yani liyakati olanların) toplumsal eşitsizliklere bağlı olarak bu statüyü kazandığını belirtiyor. Daha ortalama insanlara göre hazırlanan bir sistemin çok daha geniş toplumsal adalet ve eşitlik yaratacağını savunuyor.

Daha da önemli bir sonucu var galiba meritokrasinin. Son otuz yıldır Sandel’in eleştirdiği çerçeve içinde gelişen bu sistem Sandel’in değindiği sorunlar yüzünden şimdi Amerika’yı, Avrupa’yı kasıp kavuran popülist politikalara yol açtı. Demokrasinin bir ‘elitler rejimi’ olduğunu düşünen kitleler ortaya çıkıp bambaşka bir siyasal yapı kurdu. Popülizm siyaset biliminde bir eğik düzlem kabul edilir. Bir kere kaymaya başlayınca bir toplum o eğik satıhta, en karanlık uçurumlara yuvarlanması işten değildir. Kimilerine göre Yalta Konferansındaki Churchill, Roosvelt, Stalin üçlüsünün yerini Johnson, Trump, Putin üçlüsüne bırakması her şeyi açıklayan bir sonuçtur. Ancak yeni ve eşitlik temelli bir toplum düşüncesinin bizi bu çıkmazdan koruyabilir, kurtarabilir.

Dünya dönüşüyor. Bambaşka bir kuşak ve bambaşka koşullar söz konusu. Buna rağmen insanlığın temel sorusu eşitlik, özgürlük, kardeşlik. Ama gelin buna bir boyut daha ekleyelim: kültür. Herkesi kuşatacak, kavrayacak, ayrıştırıcı değil ortak değer yargıları üretecek bir kültürel kompozisyon sağlanır ve bireyler o zemin üstünde şekillenirse ‘snob’ Prosperolar da Calibanlar da hakimiyet savaşından vazgeçecektir.

Yaşasın kültür!