Netflix’de bir ay önce ‘The Social Dilemma’ adlı belgesel gösterime girdi. Yıllardır sosyal medyaya değinen bir yazı kaleme almamıştım. Belgeseli izledikten sonra bu konuya yeniden değinmenin zamanı geldiğine kanaat getirdim.
Belgeselin anlatmaya çalıştığı, sosyal medya kanalıyla yaşamımıza giren ikilem, açmaz neydi? Bilindiği gibi Facebook, Twitter, Instagram gibi platformlarda hesap açmak ücretsiz. Ne var ki çevrenizi takibe aldığınız ve çevrenizin sizi izlediği bu ortamların bir bedeli yok değil. Listeye Google da dahil. Belgesel özetle internet şirketlerinin verilerinizi topladığını ve pazarlama aracı haline getirdiğini anlatıyor. Kullanıcı bir üyelik ücreti ödemiyor belki; fakat bu şirketler gelirlerini reklam alarak elde ediyor. Dünyanın dört bir yanından reklamlar, kullanıcıya hitap eden, uygun hale getiriliyor. Dahası, bu sitelerin sayfalarında karşımıza çıkan veriler standardize değil. Kullanıcının ilgisini çekecek, uygulamada daha fazla zaman geçirmesini sağlayacak veriler sunuluyor. Sosyal medya sitelerinde harcadığınız zaman arttıkça, daha çok reklam görür hale geliyorsunuz böylece.
İsveç’in en büyük gazetelerinden Dagens Nyheter’in 10 Ekim’de yayınladığı haber, belgeselde aktarılanlara paralel. Kullanıcı sayısı yarım milyarı geçen Tiktok uygulamasının, diğer sosyal medya araçlarına göre daha fazla veri topladığını vurguluyor gazete. Üstelik Çin firmasına ait Tiktok’un bu verileri hangi amaçla kullanıldığı şeffaf değil. Çin hükümetinin de firmadan bilgi isteme hakkı var. Sonuçta bu platformlara girilen verilerin ticari manipülasyonlar hariç “başka, kötü amaçlar” dahilinde kullanabileceğini öne sürmek, artık komplo teorisi sayılamaz kanaatindeyim.
Belgeselin sunduğu en çarpıcı veriler ise Amerika’da gençler arasında yükselen intihar oranları. Son on yılda Amerika’da 15-19 yaş grubunda kızlarda görülen intihar oranı yüzde 70, 10-14 yaş grubundaki kızlarda ise yüzde 151 artmış durumda. Belgesel artan bu oranlarda sosyal medyanın rolünü sorguluyor.
Bugün Facebook’un kullanıcı sayısı 2,7 milyar. Bu sayı dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 35’ine karşılık geliyor. Dünyanın en kalabalık nüfuslu ülkesi Çin’in neredeyse iki katı.
Karşımızda bir gerçek duruyor. Sosyal medya 21. yüzyılın yapıtaşları arasındadır. İletişim ve haberleşme ağı açısından önemini ne inkâr edebilir ne de kötüleyebiliriz. Belgeselde vurgulandığı gibi sosyal medyayı düzenleyecek yasalar, özellikle çocuk ve ergen sağlığı açısından düşünüldüğünde henüz yerleşmedi. Bu ortamları ve akıllı telefonları nasıl daha iyi kullanabileceğimize dair öneriler ancak belgeselin sonuna sıkıştırılmış.
Bireyin özgürlüğüne ve iradesine inanırım. Temelinde kimse milyarlarca insanı sosyal medya sayfalarına hesap açmaya zorlamıyor. Kendi adıma, altı yıl kadar öncesinde Facebook sayfamı kapattım. İkinci bir hesabı kısa bir süre İsveç’teki tıp sınavlarına hazırlanan doktorlarla iletişim kurmak adına kullandım, daha fazlası değil. Son iki yıldır Twitter’i mini bir günlük gibi değerlendiriyorum. Binin üzerinde fotoğraf paylaştıktan sonra Instagram’da geçirdiğim süreyi haftada bir gün 10-15 dakika süreyle sınırlandırma çabasındayım. Kaygılarım var. Anlık iletişimin çok kolaylaştığı dünyamızda iletişimin kalitesi açısından endişeliyim. Sosyal medyanın ruh sağlığına etkileri konusunda endişeliyim. Markaların sayfalarını takibe alarak, reklamları gönüllü izlemeye anlam veremiyorum.
Kişisel verilerimin güvenliği açısından kaygılı mıyım? Belgesele bakılırsa, fazlasıyla huzursuzlanmam gerekiyor. Oysa sakinim. Cebimde taşıdığım telefondan, kullandığım kredi kartına istenildiği gibi izlenebileceğimin farkındalığına sosyal medyadan çok önce varmıştım. Dünya metalaşıyor; ama yaşamın değerini belirleyecek olanlar yine de bizleriz. Üstelik bu konuda bireye düşen sorumluluk belki her zamankinden daha büyük.