Şimdi ilk sayfasına elimle yazdığım yer ve tarihe bakarken bir kere daha anımsıyorum. 2004 yılında, New York’ta dolaşırken benim için bir tapınak olan, henüz kapanıp Princeton’a taşınmamışken, Labyrinth Kitapçısına girmiş, yeni çıkan kitaplar arasında gördüğüm bir kitabı adının uyandırdığı merakla almıştım: Post-Truth Era: Dishonesty and Deception in Contemporary Life (Türkçeye Hakikat Sonrası Çağ: Günümüz Dünyasında Yalancılık ve Aldatma - Delidolu Kitap- diye çevrildi ama 2017 yılında. ‘Yalancılık’ yerine ‘sahtekârlık’ kullanılmalıydı, kitabın temel iddiası da odur). Daha çekici ve rahatsız edici bir ad olamazdı ama kitabın yazarı Ralph Keyes akademik bir isim değildi, kavramı daha polemik bir tonda kullanıyordu. Gene de aklın bir köşesine yazmıştım. Aradan geçen sürede zaman zaman gözüme çarpsa da bu deyimi gelip geçici, çağı tarif etmekte kullanılan sayısız neolojizmlerden biri olarak gördüm.
Derken saygınlar saygını Oxford Sözlüğü 2016’da deyimi yılın kavramı ilan etti ve bir önceki yıla nazaran aranma sıklığının yüzde 2000 arttığını belirtti. Söyleyecek bir şey yok, hakikat sonrası dilimize geriye dönüşsüz şekilde girmişti. Nihayet, Lee McIntyre’ın Post-Truth (Hakikat Sonrası adıyla çevrildi Türkçeye, Tellekt Kitap) kitabı görkemli MIT Yayınlarından çıktı. McIntyre genç bir felsefeciydi. Daha çok sosyal bilimlerin felsefesi üstüne çalışıyordu. Kitabı da o mantıkla oluşturmuştu.
McIntyre’ın kitabı ve genel olarak hakikat sonrası dönemi ele alan yazarlar iki noktaya dikkat çekiyor. Birincisi ‘hakikat sonrası’, gerçeğin/hakikatin ve onu oluşturan gerçekliğin reddedilmesi, yok sayılması. Bu bakımdan sigaranın zararları, aşı konusundaki tartışmalar, evrim irdelemeleri söz konusu edildiğinde hakikat sonrası dönemde bir grup gerçeğin üstüne temellendirilmiş olguyu (fact) pervasızca yok sayıyor. Ne türden kanıtlar getirirseniz getirin retçiler Nuh dedikleri yerde peygamber demiyor. Tabii, ikinci nokta bu, iddialarına koşut biçimde ideolojik bir üstünlük kurmaya başlıyorlar.
Buradaki iddia bilimsel düşüncenin gerektirdiği karşıt tezi savunmakla aynı şey değil. Bilim planında antitez de tezin temel özelliklerini içerir. Deneyseldir, sınanmıştır ve bir şeyin bilimsel önerme niteliği taşımasının en önemli özelliğine sahiptir, yâni yanlışlanabilir. Oysa yitik hakikatin önermeleri tam tersi bir özelliktedir: kesinleme. Kesinleme, bilenler bilir ya tartışma kabul etmez şekilde ‘bu doğrudur’ denerek ortaya konur ya da karşıdaki iddia için kestirmeden ve hiç kuşku duymaksızın ‘bu yanlıştır’ denir. O iddiaların ardında bir sınama, sorgulama, irdeleme boyutu yoktur. Dikkat edilirse savaş, iklim değişikliği, küresel ısınma konularında hayırcı kanat tam da bu yaklaşımı gösteriyor: hayır, yoktur, yanlıştır! (Unutmayalım, Kepler teorisine de aynı tepki gösterilmişti ve o kuramın benimsenmesi de asırlar almıştı.)
Bendenizi bir siyaset bilimci olarak bu soyut tartışmadan çok gerçeğin ortadan kalktığı dönemdeki siyasal tutum ilgilendiriyor. Siyaset bugün dünyanın hemen her köşesinde şu anlattığım mekanizma içinde olgularla (fact) değil kurgularla (fiction) yapılıyor. Elbette her dönemde siyasetin kitleleri etkileme, yönlendirme, ikna etme çabası vardı. Bugünkü yaklaşımla farkı artık ikna etmenin bir süreç olarak işlememesi, elektronik medyaların da işin içine girdiği bir manipülasyonla yürümesidir. Yani, hakikat sonrası dönem siyasette basbayağı tehlikeli bir noktaya gelmiş durumda. Sonuç çok şiddetli bir kutuplaşma, kimsenin kimsenin sesine kulak vermeyip, herkesin kendi bildiğini okuması.
Gerçekten de sosyal medyanın gelişmesi bu koşulları geriye dönüşsüz şekilde etkiledi. Şimdi büyük veri madenciliği, algoritmalar kullanılarak gerçek eğilip bükülüyor, çarpıtılıp büzülüyor. Gerçek dışı, gerçeğin yerini alıyor. Gerçi ‘gerçek sınaması’ (fact checking) yapan örgütlenmeler de işin bir parçası ama hakikat sonrası dönemin gözü kara sahteciliği büyük ölçüde hayatımıza hakim olmuş durumda. O sınayıcılar da büyük kitleler üstünde değil zaten bugünkü durumdan rahatsız olan küçük, entelektüel çevrede işlevsel.
Şimdi gelelim asıl meseleye.
Ben gerçek sonrası dönemin doğrudan insanla ilişkili bir yanı olduğunu düşünüyorum. İnsan, kim ne derse desin, yıllarca uygarlık tarihi okudum ve okuttum, biliyorum, gerçekle iç içedir. Kabul ediyorum, gerçeğin benimsenmesi başlı başına bir kültürdür. Canımızı acıtan, aleyhimize görünen hallerde bile gerçeği yalandan önde tutmak ancak o kültürü benimsemekle mümkündür ve zor şeydir. Gene de insan tarihini ve yazgısını gerçekle iç içe geçerek hazırladı. Şimdi eğer gerçek yitti diyorsak bu insanın yitimi demektir.
Böylece insan sonrası (post human) dönem başlamıştır. O da, insanın aklını, zekâsını, mantığını bir yana bırakıp yönetilebilir bir araç olduğunu kabul etmesi olur. Bunu insan onuruna aykırı görmemek için bir neden yok. Eğer gerçek buysa yani biz insan sonrası bir dönemde yaşıyorsak o zaman manipüle eden politik rejimlerin dışına çıkılmaz çemberler olarak insanı kıskıvrak bağladığını da kabul edeceğiz demektir. Niçin benimseyelim öyle bir anlayışı? İnsan direnen varlıktır. Bu direnişin açık ve gizli sistematiğini yaşayan önemli Fransız felsefeci Rancier’in ‘Nasıl Bir Zamanda Yaşıyoruz’ kitabında bulmak mümkün. İdeolojileri teknolojiler üretir. İdeolojik dönüşümler daima teknolojik dönüşümleri izler. Bugün de öyle. Tehlikeli, ürpertici ve çok kapsamlı bir dönemden geçtiğimiz muhakkak ve hiç kuşku yok ki, çok ciddi bir dizi sarsıntı yaşayacağız, çeşitli düzlem ve boyutlarda.
Belki iyimser olmak zor ama gene de bu türden tersine yönelimler olursa da her teknolojik sıçrama kendi olumsuzunu aşacak çekirdeği de içinde barındırır diyelim.